Erteleme’nin Ağırlığı üzerine
Yürüdüm.
Adımlarımı sayarak yürüdüm.
Adımlarımı saymadan yürüdüm.
Zaman’ın beni geçmesine izin verdim.
Herkesin yaptığı gibi arkama dönüp baktım: Çakıl taşlarının canımı yakmasına rağmen, ilerlediğimi çok sonra fark ettim. Sanırım zamanın akıp geçmesine izin verdikçe bir şekilde (zor gelse de), yol alınılıyor. Peki, ya zaman geçmediğinde…
Neden hareket edemiyorum, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; yerimde saydığımı hissederken kendime karşı duyduğum hayal kırıklığının ağırlığından kurtulmaya çalışırken kendimi uyuşturma isteği dışında, içimden hiçbir şey gelmediği. Oysaki; saatlerin sesini duyabiliyorum, süratle ilerlerlerken çıkardıkları gürültülü sesin yakıcılığında eriyen düşüncelerimi. Benliğine yabancı zavallı birine acıyan otoriter tavırlarıyla, şu duygumu pekiştiriyorlar: Kendime karşı -bir şekilde- inşa ettiğim alaycı güven duygusunun sarsıldığını hissederken; zaman, bana işkence edercesine geçmiyor.
Gerçekten değişmiyor.
Dakikalar yerinde sayarken saniyelerin umarsızca üzerime taşıdığı bakışlardan kaçmayı şuursuzca deniyor gibi oluyorum: sadece durabiliyorum. Yerimde sayıyorum.
Öte yandan, bir süredir hazırdı: okunması planlananlar, üzerine düşünülmesi gerekenler; ihtiyaç duyulacak araç ve gereçler. Ama ben değilim. Niçin kendimi hazır hissetmediğimi ya da hissedemediğimi bilmiyorum. Belki de başkalarını anlamadığımdan kendimi de anlamıyorum. Cevabın önemi kalmadığında soru’nun şeffaflığına kavuşacağına inanmama rağmen, eksik olanın ne olabileceğinin üzerine düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Çünkü tek yapabildiğimin bu olduğunu hissediyorum: Düşünmekten öteye geçebilmenin her ne kadar özgür duyumsanabileceğine tanık olmuş olsam da harekete geçtiğim an, elim kolum bağlanacakmış gibi hissediyorum.
Böyle anlarda duyumsadığım birkaç hissi kendi naçizane tanımlamalarımla paylaşmak istiyorum:
Ağırlık: (önem derecelerini gözetmeksizin) bir şeyleri kaçırma korkusu.
Uyuşukluk: (yetersizlik hissiyle harmanlanmış) başarısızlığı kabullenme.
Öfke: (harekete geçmemekten dolayı) kendine duyulan kızgınlık.
Bunların sonucunda oluşan acımasız bir dürtü var: kendini cezalandırma isteği. (dürüst olmak gerekirse bunun istek olmadığını bir tür zorunluluk hali olduğunu düşünüyorum. Kendime karşı bir hareketi yapma eğiliminde olmak onu sahici bir şekilde istediğimden dolayı değildir her zaman. En azından şimdilik bilinç düzeyimde bu şekilde.)
Naçizane yorumum, kendini cezalandırma şu şekillerde günlük yaşama tezahür edebiliyor: sevdiği işleri yapmayı erteleme, keyif alacağı eylemlerde bulunamama, hatalarını kabullenememe, duyguları hissetmekten kaçma, güzel şeyleri hak etmediğine inanma, kendini (arzularını, duygularını ve düşüncelerini) reddetme, başkalarına karşı borçlu hissetme…
Çok değer verdiğim biri, kendimizle yaptığımız anlaşmalar olduğunu söylemişti. Kendimle yapmış olduğum anlaşmalardan biri sanıyorum, ki aşmam gereken inançlarımdan biriyle yakından ilgili, kendimi ölçtüğüm değerin, performans’ım odaklı olması gerektiğine olan bağlılığım. Öz-değer ‘in, öz-güven’den farklı olarak, doğuştan geldiğinin frakında olmama rağmen, bu şekilde hissedememek; varoluşsal sancılarımı arttırmasının yanında, bir şeyler yapabilme şevkimi kırarak bu hareketsizliğimin nedeninin bir parçası haline geliyor. Beni daha da üzen, hareketsiz bırakan ve önemsiz hissettiren bir diğer nokta ise, değerli hissetmek için iyi ‘performanslarımın’ peşinden koşarken kendime yaptığım bu haksızlığı nasıl telafi edebileceğim konusunda hiçbir fikrimin olmaması. (‘Bilmiyorum’ demenin hafifliğini bu noktada hissetmek isterdim. Ancak maalesef oldukça ağır geliyor.)
Şu konuda kendimi takdir ediyorum ki; olduğu gibi, kendi olarak yaşama hakkını, kimsenin (hiçbir canlının) benim gibi koşullu hissetmemesi gerektiğinin bilincindeyim en azından. Bazen kendime de adil davranıp “özgürlüğümü” hayal etme cesareti gösterdiğimde şunu düşünmekten keyif alıyorum: Bir şekilde bir zaman içselleştirmiş olduğum bu işlevsiz ve doğama aykırı bu inançtan kurtulmak, kim bilir beni ne kadar değerli ve hayatta hissettirirdi!
Çok farklı olur muydum?
Gökyüzünün rengi değişmezdi, bundan eminim.
Peki ya ağaçlar?
Rüzgârın sesi değişmezdi belki ama
denizle kurduğu diyalog farklılaşırdı.
Dalgaları yutan sessizlik küçülürdü.
Martıların kanatları büyürdü,
böylelikle kucaklarlardı beni.
Çok farklı olur muydum;
Olduğum gibi olmak için izin verseydim kendime,
Kendimi sevilebilir, hisseder miydim?
Kendimi özgürce sevebilir miydim?
Burada sizinle, teşekkürlerimi sunarak, vedalaşıyorum.
Kendin olarak yaşayabilmenin tadına varmak dileğiyle!
Keyifli günler…
İçten dileklerimle,
Lena
Ek not: Evet! Resimler bana ait!^^