Kaybetmek… İnsan kalbinin en eski yarası, en sessiz fısıltısı. Bir çocuğun parmaklarının arasından kayan kırmızı bir balon gibi; gökyüzüne yükselirken arkasında bıraktığı boşlukta duyulur bu korku. Bir bakış, bir dokunuş, bir ev, bir hayal… Hepsi avuçlarımızdayken bile sanki bir an sonra yok olacak gibi titrer. İnsan, kaybetme ihtimalinin soğuk nefesini en mutlu anında bile ensesinde hisseder.
Bu yüzden bazı adımlar atılamaz. Birine “Seni seviyorum” demek, bir iş kurmak, dostuna sır vermek… Tüm bunlar bazen bir uçurumun kenarında yürümek gibidir. Kalbin çarpıntısı sadece heyecan değil, aynı zamanda kaybetmenin önceden gelen yankısıdır. İnsan, sevinçle korku arasında incecik bir çizgide yürür.
Kaybetme korkusu yalnızca aşkı değil, hayatı da tutuklar. İnsan risk almaktan çekindikçe, yaşamayı da erteler. Bir sevdaya yaklaşır ama geri çekilir, hayalini kurar ama “ya başarısız olursam” diye adım atmaz. İçinde hep aynı cümle yankılanır: “Sahip olduğum şeyi kaybetmek, hiç sahip olmamaktan daha çok acıtır mı?”
Heidegger’in dediği gibi, “Ölüm bilinci insanı varoluşun eşiğine getirir.” Belki de kaybetme korkusu, bu bilincin günlük hayattaki yankısıdır. Çünkü kaybetme ihtimali, bize her şeyin geçiciliğini fısıldar. Ve bazen bu fısıltı o kadar yüksektir ki, insan yaşamayı bile erteler.
Tarih boyunca bu korku hep aynı yüzle karşımıza çıkar. Roma lejyonerinin savaş öncesi karısına yazdığı mektupta, “Dönmezsem beni unutma” cümlesinde… Bir ressamın yarım kalmış tuvalinde, bir annenin çocuğunun elini biraz fazla sıkışında… Her çağ, her hikâye aynı şeyi söyler: “Kaybetmekten korkuyorum.”
Kaybetme korkusu…
Bazen bir fısıltıdır, gecenin sessizliğinde kalbine dokunan. Bazen de görünmez zincirler gibi, insanın ellerine dolanan. Sevmek istersin, yaklaşmak, tutmak… ama içindeki o ince titreme geri çeker ellerini. Çünkü en çok sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız; ve ironik bir şekilde, o korku çoğu kez en çok sevdiklerimizi elimizden alır.
Arda ve Ceren, seans odasında birbirine yabancı iki ruh gibi oturuyordu. Ceren’in sesi çatallandı:
“Bazen bana yaklaşmıyor… Sevmek istiyor gibi, ama duruyor. Sanki çok severse, bir gün kaybedecekmiş gibi…”
Arda gözlerini kaçırdı.
“Çünkü kaybetmekten korkuyorum. Çok bağlanırsam, o bağ koparsa… Ben de koparım.”
Freud’un dediği gibi: “Sevgiye en çok ihtiyaç duyan, ondan en çok kaçandır.” Arda, korkusuyla sevgiyi koruduğunu sanarken, aslında o sevgiyi ellerinin arasından usulca kaydırıyordu.
Teoman, iş dünyasında aynı korkunun başka bir yüzünü taşıyordu. Masasında yıllardır bekleyen o proje… Hep ertelenmiş bir hayal.
“Ya başarısız olursam? Ya kaybedersem? Ya elimdekiler de giderse?”
Kendi sesi bile boğuk bir yankı gibi geldi odada.
“Aslında kaybetme korkusuyla o kadar çok bekledim ki… Hayalim hiç doğmadan öldü.”
Kierkegaard’ın sözleri zihnimde yankılandı: “Kaygı, doğmamış ihtimallerin gölgesidir.” Teoman, korkusuyla kendi tohumunu toprağa düşürmeden kurutmuştu.
İrem ve Selim… Çocukluktan beri birbirine yaslanmış iki dost. Ama İrem’in gözleri dolduğunda itirafı geldi:
“Onu kaybetmekten o kadar korkuyorum ki, içimdeki gerçek duyguları söyleyemiyorum. Ya giderse…”
Sessizlik odayı kapladı. Çünkü aynı korku Selim’in içinde de vardı. Birbirlerini kaybetmemek için sustular, ama o sessizlik aralarına en derin mesafeyi koydu. Rollo May’in dediği gibi: “Korku, sevginin en büyük düşmanı değil; sessizce onu boğan gölgesidir.”
Ahmet, tozlu raflarda bekleyen planlarına bakarken aynı zincirleri hissediyordu. Risk alırsa kaybedebilirdi. O yüzden yıllarca durdu, bekledi, erteledi.
Epiktetos’un sesi gelir gibi oldu: “Kendinden korkan, zincirlerini kendi elleriyle takar.” Ahmet, zincirlerini her gün biraz daha sıktı.
Bu vakalar sadece bireylerin hikâyesi değil. Çağın aynası. Modern insan, kaybetme ihtimalinin ağırlığını hayatın her köşesine taşımış durumda. İlişkilerde, iş dünyasında, dostluklarda… Korku, sevginin üzerine gölge gibi düşüyor. İnsanlar risk almaktan kaçıyor; çünkü kaybetmemek, çoğu kez yaşamamak pahasına seçiliyor.
Ve tarih… aynı korkunun yankılarıyla dolu.
Marcus Antonius ve Kleopatra… Roma’nın en güçlü adamı, sevdiği kadını kaybetme korkusuyla ordularını geri çekti, imparatorluğunu riske attı. Bir yanlış haberle Kleopatra’nın öldüğünü sandığında kendi canına kıydı. Oysa Kleopatra hâlâ yaşıyordu. Kaybetme korkusu, tarihin en büyük aşklarından birini kendi elleriyle gömdü. O hikâye sadece iki kalbin değil, imparatorlukların bile korku karşısında nasıl titrediğinin kanıtıdır.
Ve Mevlânâ… Şems’in yokluğu ile konuşan o dizeler:
“Hangi tohum toprağa düşmeden filiz verdi ki?
Hangi gidiş gelişin müjdecisi olmadı?”
Rumi’nin aşkı, kaybetmenin ardından daha da büyüdü. O, korkunun değil, teslimiyetin yolunu seçti. Kaybetme korkusuna rağmen sevdi; ve aşkı ölümsüz kıldı.
Toplumsal olarak baktığımızda, bu korku sadece kalplerde değil, şehirlerin sokaklarında bile dolaşıyor. İnsanlar, sosyal medyada kırılganlıklarını saklamak için maskeler takıyor. İş dünyasında, riskten kaçanlar yenilikleri erteliyor. Herkes sevgiye, başarıya, hayale aç ama kalpler kapalı; eller titrek. Modern çağda en çok kaybetmekten korkuyoruz, bu yüzden en çok boş kalıyoruz.
Nietzsche’nin sesi bir kez daha yankılanıyor: “Yaşam, risk almaktır; yaşamayan sadece bekleyendir.”
Ve belki de en büyük cesaret, kaybetme ihtimaline rağmen adım atabilmek; sevmek, denemek, teslim olmak.
Şimdi sana soruyorum: Kaç kez kaybetme korkusuyla geri çekildin? Kaç kez kalbinle dokunman gereken yerde ellerini sakladın? Kaç hayalini kendi ellerinle boğdun?
Belki de cevap, en çok korktuğumuz yerde saklıdır. Kaybetme korkusu hiç bitmez. Ama onunla yaşamayı, onunla adım atmayı öğrendiğimizde gerçek yaşam başlar. Çünkü kaybetme ihtimali, aslında yaşadığımızın kanıtıdır. Ve kaybetme riskine rağmen sevgiye uzanan o titrek eller, insanın en cesur dualarıdır.