Buse Köseer
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. KAYIP MI ETTİK, VAZ MI GEÇTİK?

KAYIP MI ETTİK, VAZ MI GEÇTİK?

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Son zamanlarda, toplumun kalbinde çırpınan bir haçlı ruhun sesini duymak ne kadar zorlaştı. Merhamet, insanoğlunun en derin ve en öz değerlerinden biri olarak bilinirken, günümüzde neden bir kenara itilmiş durumda? Kayıp bir duygu haline gelmesi, belki de toplumsal bağlarımızın zayıfladığını gösteriyor.

Sizi bir an olsun düşünmeye davet ediyorum; günlük hayatta hangi olaylar merhametimizi köreltiyor? Belki de başımıza gelen trajedilere duyarsızlaşmamız, haberlerin akışında kaybolup gitmemizdir. Birçok insan, başka birinin acısını kendi acısından ayıran birer izleyici olarak kalmaya devam ediyor. Peki, bu bizim için ne anlama geliyor? Başkalarının yaşadığı sıkıntılara karşı duyarsızlaşmak, insan olmanın özünü kaybetmek değil midir?

Bir zamanlar merhamet, hayatın doğal bir refleksiydi. Bir tas çorba pişerken komşu akla gelir, cenaze evinde çay sessizce demlenirdi. Sokakta düşen bir çocuğun başına toplanan eller, birbirine yabancı değildi. İnsan, insana yakındı. Ama sonra şehir büyüdü; biz, küçüldük. Teknoloji hızlandı; biz, yavaş yavaş içimize kapandık. Kalplerimizin üzerine bir şey örtüldü; belki de görünmeyen bir yorgunluk. Adına modern yaşam dedik, ama duygularımız eski bir bavula hapsoldu. Bugün çocuklar, tablet ekranlarında oyun arkadaşları arıyor. Yaşlılar, apartman boşluklarında kimseye karışmadan sessizce yaşlanıyor. Ve biz, sosyal medyada binlerce insanla bağlıyken, bir tek insanın acısına gerçekten bağlı değiliz. Bir videoda ağlayan çocukları “izliyor” ama “duymuyoruz.” Gözyaşını görüp başka videoya geçiyoruz. Oysa eskiden, gözyaşı elden ele yayılırdı; şimdi yalnızca ekrandan ekrana sıçrıyor.

Psikolog Carl Rogers, insanın en temel ihtiyaçlarından birinin anlaşılmak ve görülmek olduğunu söyler. Ama biz artık kimseyi gerçekten görmüyoruz. Bir terapi seansında; “Üç yaşındaki oğlumun yemeğini çöpe atıp, açlıktan ağlamasına dayanabiliyorum artık.” Dediğinde gözlerini kaçırmadı. Çünkü utanç, bazı insanlarda yıllar içinde donarak cesarete dönüşür. Sustum. Çünkü o cümledeki acı, sadece bir çocuğun değil, anneliğin de ölümünü anlatıyordu. Merhamet, yalnızca sevmek değil… Yorulunca da içimizde kalabilmek değil midir? Bu kadın, tükenmişliğin orta yerinde, merhametini gömmek zorunda kaldığı bir mezarın başında konuşuyordu sanki. Annelik değil belki de… Toplumun “iyi anne” putu altında ezilen bir kadının sessiz çığlığıydı bu.

Başka bir terapide; 22 yaşındaki genç bir kız, gece vakti parmaklarını avuç içine saplayarak uyuyordu. “Rüyamda yine annem bana bağırıyordu,” dedi, yüzüne karışmış çocukluğu ve gençliğiyle. Sadece bir cümle. Ama içinde suskunlukla örülmüş bir ömür vardı. Bu ülkede kaç çocuk, annesinin bağırışını büyümenin sesi sandı? Kaç çocuk, korkuyla şekillenen sevgiyi şefkat zannetti? Ve kaç çocuk, yıllar sonra kendi iç sesiyle annesinin sesini ayıramadı? Merhamet, bazen bir çocuğun uykusuna sığmayacak kadar büyüktür… ama sevgiden bile yoksun bir evde, o çocuk nereye sığınır?

Bu sefer bir babanın iç sesine kulak veriyoruz; “Onu dövdüm… çünkü babam da beni öyle seviyordu.” Bu cümle, yüzyıllık bir zincirin sesi gibiydi. Sevilmenin şekli, çocukken öğrenilir. Eğer sevgi, acıyla birlikte verilmişse, insan büyüyünce o acıya sadakat duyar. O adam sevginin dilini değil, yalnızca şiddetin lehçesini öğrenmişti. Merhamet, bazen hiç duymadığımız bir dil gibi kaybolur içimizde. Sonra biri gelir, sevgiyle konuşur. Anlamayız. Hatta kaçarız. Çünkü yabancı gelir bize. Belki de merhameti kaybetmedik… Hiç tanımadık.

Bir başka seansta danışanım 34 yaşında kadındı. Ama her şeyden önce o hem anne hem abla olmuş arada sıkışmış bir roldeydi. “Benim yerime küçük kardeşimi dövdüler, ben sustum. Çünkü bu kez ben dayak yememiştim.” Bir çocuk, o gün, ilk kez kendisini korumanın bedelini kardeşine ödetmişti. O suskunluk, yalnızca bir çocuğun diliyle değil… Vicdanın en kuytusundaki suçlulukla yoğrulmuştu. Merhamet, bazen konuşmak değil, tam da bu suskunluktur. Ve yıllar geçer, o çocuk büyür… Ama bir yerde hep durur. O günün sesiyle: “Ben sustum… ama içimde biri hâlâ ağlıyor.” Bu vakalarda, hüzün sadece bireysel değil; toplumsaldı. Çünkü insanı “duymak”, bazen onun acısını almak demektir. Ama biz, başkasının acısına bakmadan yaşamaya öylesine alıştık ki… İçimizdeki merhamet, kullanılmayan bir dil gibi unutulmaya başladı.

Immanuel Kant, “İnsan, insan olarak amaçtır; asla sadece bir araç olamaz” derken aslında şunu hatırlatır: Her insan, değerli bir varlıktır. Onunla kurduğun ilişki de, senin insanlık ölçündür.

Albert Schweitzer ise şöyle yazar: “Asıl ahlak, başkasının acısına duyduğun derin saygıdır.” Peki biz, hâlâ bu saygıyı duyuyor muyuz? Yoksa başkalarının acısı, yalnızca haber bültenlerinde geçici bir görüntüden mi ibaret oldu? Mevlânâ, “Acı, başkasının kalbine dokunabildiğin ölçüde azalır” der. Ama ne zaman dokunmaya çalışsak, elimizde ekranlar var, parmaklarımızda hız… Yavaşlamıyoruz. Bakmıyoruz. Sormuyoruz. Merhametin ilk adımı olan “fark etmek”i bile ıskalıyoruz. Merhamet, yalnızca karşı tarafa iyilik yapmak değildir. Aynı zamanda kendimizi insan hissetmenin en yalın yoludur. Merhamet, farklılığı düşmanlık değil; zenginlik olarak görebilmektir. Bizi önyargıdan, kibirden ve yalnızlıktan koruyan görünmez bir zırhtır. Bugün toplum olarak şiddete, nefret diline, kutuplaşmaya bu kadar açık hale geldiysek, bu biraz da merhametin körelmesindendir. Çünkü merhamet, vicdanı diri tutar. Ve vicdan, her toplumu ayakta tutan görünmeyen yıkılmaz duvardır.

Bugün bir yabancının gözlerine baktın mı? Bir dilencinin gözünde insan aradın mı? Yolda ağlayan bir çocuğu fark ettin mi? Sana selam veren yaşlı bir adamın gözlerindeki ihtiyacı hissedebildin mi?

Kendimize sormalıyız:

“Ben, başkasının hikâyesine ne kadar yakınım?”

“Görmediğim acılar için de utanabiliyor muyum?”

“Merhamet benim için bir erdem mi, yoksa eski bir kelime mi artık?”

Her gün, insan olmayı yeniden seçme hakkımız var. Bir kapıyı çalmak, bir omuz vermek, bir selamı ihmal etmemek…Bunlar küçük şeyler gibi görünür. Âmâ her biri, kaybettiğimiz merhameti yeniden çağırır. Victor Frankl, toplama kampındaki deneyimlerinden sonra şunu yazar:

“İnsan, her şartta kendi tepkisini seçme özgürlüğüne sahiptir.”

Yani istersek, bu çağda bile merhameti seçebiliriz.Israrlı, inatçı, cesurca bir merhamet…Karşılık beklemeyen.Teşhir edilmeyen.Gizlice akan bir ırmak gibi, bir kalpten diğerine ulaşan…Merhamet bir zamanlar vardı.Şimdi belki yorgun. Belki unutulmuş. Âmâ hâlâ içimizde. Sadece biraz çağrılmaya ihtiyacı var. Çünkü merhamet yoksa, geriye kalan ne teknolojidir, ne refah…Yalnızca suskun kalabalıklar, görünmeyen acılar, duyulmayan fısıltılar kalır. İnsan, başkasının kalbine eğilebildiği kadar insanlaşır.

KAYIP MI ETTİK, VAZ MI GEÇTİK?
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Türkiye Aktüel ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!