Bir çocuğun kalbine atılan ilk tohum sevgidir. Ama ne yazık ki o tohum, çoğu zaman koşullarla sulanır. “Seni seviyorum” cümlesi, bir ödül gibi sunulur; iyi not aldığında, uslu davrandığında, başkalarını memnun ettiğinde… Oysa sevgi, bir ödül değil, varoluşun kendisidir. Sevgi, kazanılan bir madalya değil; varoluşun kendisidir. Ama birçoğumuz, sevgiyi kazanılması gereken bir madalya sanarak büyüdük.
Bir çocuk, sevilmek için ne kadar çabalarsa, kendine o kadar uzaklaşır. Kimi sessizleşir, kimi hep en iyisini yapmaya çalışır; kimi gülümserken bile gözlerinin ardında onay bekler. Çünkü zihinlerine küçük yaşta kazınmış bir cümle vardır: “Yeterince iyi olursam, beni severler.”
Ve böylece, sevginin en saf hali yerini bir işe yarama döngüsüne bırakır. Çocuk, anne babasının yüzündeki memnuniyet ifadesini bir pusula gibi izler. Notları yükselirse alkış alır, düşerse sessizlik… Bu sessizlik, belki de en sert cezadır. Zamanla öğrenir: “Başarılı olmalıyım, aksi hâlde görünmez olurum.”
Oysa bir çocuğun görünmezlik korkusu, onun en derin yalnızlığıdır. Bu yalnızlıkla büyüyen biri, yetişkin olduğunda da aynı döngüyü sürdürür: İş yerinde, ilişkilerinde, dostluklarında hep aynı refleks… “İşe yaramalıyım, katkı sağlamalıyım, yoksa sevilmem.” Bu, modern dünyanın en yorgun cümlesidir. Ve bu yorgunluk, bir zaman sonra insanın kendi varlığını inkâr etmesine kadar gider.
“Hayır” diyemeyen yetişkinlerin birçoğu, çocukken sevilmeme korkusuyla büyümüş çocuklardır. Hayır demek, onlar için bir reddedilme riskidir. Çünkü “hayır” demek, bir başkasının memnuniyetini bozar. Ve memnuniyet, sevgiyi garantileyen tek şey sanılmıştır.
Kimi, ailesinin beklentilerini taşır omzunda; kimi toplumun. Kadınsa, “fedakâr” olmalıdır; erkeksedir, “başarılı” olmalıdır. Ama her iki durumda da, içindeki çocuk hâlâ aynı soruyu fısıldar: “Beni, olduğum hâlimle sevecek misiniz?”
Psikolojik olarak koşullu sevgi, bireyin benlik algısını dışsal bir merkeze bağlar. Kendi değerini içsel değil, dışarıdan gelen geri bildirimlerle ölçmeye başlar. Birinin onayına ihtiyaç duyar, sevgiyi hak etmek için çabalar, kabul görmek uğruna kendinden taviz verir. Ama asıl trajedi şudur: Bir süre sonra “kendisi olmayı” değil, “beğenilen bir versiyonu olmayı” öğrenir. Ve işte orada, insan kendi kalbinden taşınır.
Koşullu sevgiyle büyüyen bir çocuk, yetişkin olduğunda da koşullu ilişkiler kurar. Sevgiyi hep bir şey karşılığında bekler: Sadakat karşılığında, başarı karşılığında, ilgi karşılığında… Kendisine gelen sevgiyi bile sorgular, çünkü koşulsuz sevgiye inanamaz. Sevilmeyi “kazandığını” düşünür, “hak ettiğini” değil.
Peki ya koşulsuz sevgi? O, bir çocuğun gözlerine bakarken “sen varsın ve bu yeterli” diyebilmektir. Onun davranışını değil, varlığını sevmektir. Yanlış yaptığında bile yanında durmaktır. Bir hata karşısında “seni hâlâ seviyorum” diyebilme cesaretidir. Çünkü çocuklar, sevgiyi sadece duyarak değil, hissederek öğrenir. Ve bir çocuk kendini koşulsuz sevildiğinde, büyüdüğünde sınır koyabilen, empati kurabilen, kendini ifade edebilen bir yetişkin olur.
Bugün birçoğumuz, içimizdeki küçük çocuğu hâlâ ikna etmeye çalışıyoruz: “Artık yeterince iyisin.” Ama o çocuk, hâlâ bir yerlerde alkış bekliyor olabilir. Belki de büyümenin en zor kısmı, kimseyi memnun etmeden de değerli olduğumuzu anlamaktır. Kendimizi “işe yaramadığımız” günlerde de sevebilmek, en büyük olgunluk göstergesidir. Çünkü sevgi, işe yararlılıktan değil, varoluştan doğar.
Koşullu sevgiyle büyümüş bireyler olarak, artık bu zinciri kırmanın zamanı geldi. Belki kendi çocuklarımıza, belki kendimizin içindeki çocuğa yeniden öğretmeliyiz: Sevgi, bir yarış değildir. Sevgi, bir mükâfat değil; bir kabuldür.
Kendimizi, başarısız olduğumuz, kırıldığımız, sustuğumuz anlarda da sevebilmek… İşte büyümenin gerçek tanımı budur. Çünkü büyümek, sevgiyi aramak değil; onu içimizde yeniden hatırlamaktır.