Bu topraklar… Binlerce yıl boyunca türlü kavimlerin gölgesini, dualarını, ağıtlarını, çocuk seslerini barındırdı. Anadolu, her zaman yolda olanın soluğunu içine çekmiş; gidenlerin arkasından rüzgâr kaldı, gelenlerin önünden toz bulutu… Türkiye, kadim medeniyetlerin geçit kapısı, yersizlerin umudu, köksüzlerin durağı oldu. Bir zamanlar Balkanlardan gelenlerin hikâyesiyle harmanlandı bu topraklar; bir zamanlar Kafkasya’dan, İran’dan, Irak’tan kopup gelenlerle… Şimdi ise özellikle Suriye iç savaşıyla birlikte, milyonlarca insan yurdundan kopup buraya sığındı. Bunun yanı sıra, son yıllarda Ukrayna’dan savaş yüzünden, Rusya’dan da siyasi ve ekonomik sebeplerle yeni göç dalgaları Türkiye’ye yöneldi. Bu farklı coğrafyalardan gelenler, kendi umutlarını ve acılarını da yanlarında taşıyarak, Anadolu’nun çok katmanlı tarihine yeni izler bıraktılar. Haritalarda gösterilen sınırlardan çok daha derin bir sarsıntı yaşandı ruhlarımızda. Türkiye, coğrafi sınırların ötesinde, vicdanın sınırlarında da bir ülkeye dönüştü.
Son yıllarda yaşanan göç dalgaları; sadece fiziksel bir hareket değil, bir varoluş mücadelesidir. Patlayan her bombada, sadece bir şehir değil, bir çocukluk, bir anne kucağı, bir masal yarıda kalmıştır. İşte o parçalanmış hayatlardan kalanlar, sırtlarında geçmişin külüyle geldiler bu topraklara. Türkiye onları bağrına bastı ama bazen soğuk bir merhametle, bazen yorgun bir kabullenişle, bazen de sessiz bir kaygıyla… Kentler büyüdü, sokaklar kalabalıklaştı, diller çoğaldı, ama kalpler daraldı. Çünkü göç, yalnızca bir yer değiştirme değil; yerleşik olanın iç huzuruna düşen ani bir sessizliktir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi: “İnsan, yaşadığı yere benzer.” Ama göçmen, çoğu zaman ne yaşadığı yere benzer ne de geçmişte bıraktığına. Arada kalmıştır. Yerleşik halk için tanıdık olmayan bir yüz, kendisi içinse tanıdık olmayan bir sokak…
Her göçmen, geride yalnızca toprağını değil; bir hayatı, bir geçmişi, kimi zaman bir mezarı, çoğu zaman da kendisinin bir parçasını bırakır. Gelirken valizlerinde sadece birkaç giysi değil, görünmeyen bir ağırlık taşır: kayıp duygusu. Simone Weil, “Kökünden koparılmış insan, bütün acıların en derinini yaşar,” der. Ve işte göçmen, her sabah bir toplumun içinde tutunmaya çalışırken, aslında önce kendi parçalarını toplamaya çalışır. Her selam, yeni bir ispat çabasıdır. Her bakış, sorgulayan bir yargıdır. Her sessizlik, daha da içe çekilen bir yalnızlıktır.
Geçenlerde, parkın köşesinde, gözleri kocaman bir çocuk yanıma geldi. Elinde kâğıttan yapılmış bir tabela vardı. Türkçeyi kırık dökük konuşarak, “Abla… okul kitap… yok… para…” dedi. O anın utancı, onun değil, benim üzerime çöktü. Sonra başını eğip fısıldadı:
“Babam bomba öldü. Annem nerde ben bilmiyo. Ben kitap istiyo, polis hep kovuyo…”
Ve ağlamaya başladı. Ağlaması, bildiğimiz çocuk ağlamalarından değildi. Sessizdi. Sanki sesini bile kaybetmişti. Çünkü bazı çocuklar ağlamayı bile unutmuştur artık. Yanına çömeldim, gözyaşları ellerime düştü. O an hissettim ki; göç edenin en büyük kaybı toprak değil, birinin gözlerinin içine bakabilme hakkıdır. Görülmek, dokunulmak, duyulmak… İçimden bir şey koptu o an. İnsan bazen dilini yitirir, bazen evini. Bu çocuk her ikisini de kaybetmişti. Ve hâlâ okumak istiyordu. Biz bir kalemin kıymetini bilmeden büyürken, o kalemi hayatta kalmak için istiyordu.
Başka bir gün, bir göçmen ailenin evine konuk oldum. Kalabalık ama sessiz bir evdi. Duvarda solmuş bir doğa manzarası, köşede plastik bir saksı, çocukların oyuncakları yerlere dağılmış… Ama odanın içinde bir bekleyiş vardı, zamana asılmış gibi duran. Kadın, titreyen elleriyle çay koyarken göz göze geldik. Bakışı, uzaklardan geçiyordu.
“Ben burada ağladım, burada güldüm… ama burası hâlâ benim evim gibi değil,” dedi usulca.
Bir göçmen için en ağır şeyin, toprağını kaybetmek değil; ev hissini kaybetmek olduğunu o an anladım. Çünkü ev dediğin, sadece bir bina değildir. Evin sesi olur, kokusu olur, geçmişi olur. Ev, çocukken düşülen merdiven basamağı kadar somut, annenin yemeğini karıştırdığı tahta kaşık kadar canlıdır. Kocası eski bir öğretmenmiş. Gözleri hâlâ sınıf özlemiyle parlıyordu. Elinde bir defter… “Merhaba, nasılsınız, yardım eder misiniz?” yazmış büyük harflerle.
“Ben öğretmendim,” dedi. “Ama şimdi susuyorum.”
O an, bir sessizliğin nasıl çığlık olabildiğini anladım. Bir insanın sustuğu yer, en çok konuştuğu yerdir aslında. Çünkü bazı kelimeler dile değil, kalbe gömülür. Çocukları, babalarının eski kalemleriyle duvarlara şekiller çizmiş. Bir ev, böylece anlatmaya çalışır bazen: Sessizliğin içinde bir hayat vardır. Kırılmış camdan süzülen ışık bile umut olabilir. Kadının eliyle sardığı yırtık yastık, bir direniş gibidir. Ve adamın kendi sesinden mahrum kalmış dilinde hâlâ öğretmenliğini taşıması… İşte o, insan onurunun tarifidir.
Yerleşik halkın hikâyesi ise daha sessiz ama bir o kadar da gergin. Bir esnaf şöyle demişti: “Her gün başka bir dil duymak, başka bir kültürle yan yana yaşamak kolay değil. İş kaygısı bir yana, mahalle değişti, sesler değişti. Bazen evimin camından dışarı bakınca başka bir ülkedeymişim gibi hissediyorum.”
Bu sözler ırkçı değil, sadece şaşkın. İnsan, alıştığı manzaranın değişmesine önce direnç gösterir. Bazen bu direnç öfkeye, bazen içe kapanmaya, bazen de dışlamaya dönüşür.
Jean-Paul Sartre, “Cehennem başkaları değildir, cehennem bizde uyanan korkularımızdır,” der. Belki de toplum olarak korkularımızla yüzleşmeyi bilmiyoruz. Göçmeni tanımadan, ona dair bir korku üretiyoruz. Ve her korku, bir önyargı doğuruyor. Oysa ki tanıdığımızda fark edeceğiz: Göçmen de bizim gibi bir anneye özlem duyar, bir çocuk gibi sarılmak ister, bizim gibi sabah çayını içerken umutlanmak ister.
Ekonomik açıdan bakıldığında; göçmenler, kimi zaman ucuz iş gücü olarak görülüyor. İnşaatta, tarlada, atölyede… Ellerinden düşen her çekiç, her iğne; bizlerin konforuna bir tuğla daha koyuyor. Ama bu süreçte kendi haklarından, sağlıklarından, eğitimlerinden feragat ediyorlar.
Bir genç kız şöyle dedi bana: “Ben Türkçeyi öğrendim ama liseye gidemedim. Çünkü kardeşlerime bakan tek kişi benim. Annem hâlâ ağlıyor geceleri. Babam mezarda. Şimdi ben hem çocuğum hem anne.”
Sustu. Başını eğdi. Bir genç kızın boynunu eğdiği bir ülkede, hiçbirimiz dik duramayız.
Yerleşik halk için bu dengeyi sağlamak da kolay değil elbette. İşsizlik, kaynak paylaşımı, hizmete erişimde azalma gibi konular toplumda gerilim yaratabiliyor. Ama bu gerilimleri anlamak; çözüm üretmenin, birlikte yaşamanın ilk adımıdır. Yabancılaşmak kolay, anlamak çetindir. Ama asıl olan çetin olandır. Çünkü asıl cesaret, başka birinin hikâyesinde kendini bulabilmektir.
Filozof Emmanuel Levinas, “Ötekinin yüzü bana etik sorumluluğumu hatırlatır,” der. O hâlde, göçmeni yalnızca istatistik olarak görmek değil; bir yüz olarak, bir hikâye olarak görmek zorundayız. Çünkü ancak yüz yüze geldiğimizde insanlaşırız. Çünkü ancak göz göze geldiğimizde utanırız.
Göç, toplumlar için bir tehdit değil, bir sınavdır. Bu sınavı geçmek, ancak empatiyle mümkündür. Yerleşik halkın da kendini anlatmaya hakkı vardır; kaygılarını, korkularını dile getirmeye… Ama bu kaygılar birer düşmanlığa dönüşmeden, karşılıklı anlayışa evrilmelidir. Çünkü biz bu topraklarda birlikte varız. Göçmen de biziz artık, ev sahibi de…
Büyük yazar Gabriel García Márquez şöyle der: “İnsan, nereye ait olduğunu değil, nerede sevildiğini hatırlar.” O zaman biz bu ülkeyi, herkes için sevilesi bir yere dönüştürmekle mükellefiz. Bir çocuğun sokakta kitap istemesi, bir annenin suskunluğu, bir babanın kimsesizliği; hepimizin hikâyesidir. Onları dinlemek, görmek, yanlarında yürümek… Bu sadece insanlık değil, kendi insanlığımızla yüzleşmektir. Çünkü insan, sadece doğduğu yere değil; dokunduğu, ağladığı, umutlandığı yere aittir. Ve bazen bir ülke, ancak başka birinin hikâyesine kulak vererek büyür…