Gözlerimizi kapattığımızda, sevgi ve iyiliklerin usulca dans ettiği bir dünya hayal edebiliriz. Her köşede gülümseyen yüzler, her sokağın başında dostlukların filizlendiği bahçeler vardır. Kelimeler, rüzgarın uğultusuna karışırken, insanın iç sesi, yüreğinin derinliklerinden yükselen bir şarkı gibi yankılanır. Fakat gözlerimizi açtığımızda, karşılaştığımız dünya çoğu zaman bu düşten uzak, yorgun ve karmaşık bir sessizliğe bürünmüştür. Gerçekliğin soğuk yüzünde, o düşsel bahçelerin yerinde artık kayıplar ve unutuşlar var. Bir birey, hayatta rastladığı güzellikleri görebilmek için yüreğine sevgi tohumları ekmeli; ancak çoğumuz bu tohumların sulanmayı beklediği yalnızlık bahçelerine dönüşmüş haldeyiz. Günlük telaşlar, ekranların serin ışığı ve derinleşen yabancılaşma içinde, insani değerler sessizce tüketiliyor. Güzel olan herşey gölgede kalıyor; insanlıktan yoksun durumlar ise yankısını artırarak kulaklarımızın dibinde çınlıyor.
Victor Hugo der ki, “İnsan kalbinin en derin yerinde, karanlıkla aydınlık arasındaki savaşı sonsuza dek taşır.” Bu savaşın içindeyiz ve tarihin en karanlık anlarında bile bir mum yakabilenler bugün saygıyla anılanlardır. Çünkü iyilik, yalnızca bireysel bir erdem değil; çağlar boyunca toplumların kaderini belirlemiş bir güçtür. Öyle ki, tarihte küçük bir iyimser tutum, bir milletin yazgısını değiştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi işgali altındaki Polonya’da, Alman işgali altında olmasına rağmen yüzlerce Yahudi çocuğu kurtaran Irena Sendler, sevgi ve merhametin zalimliğe karşı sessiz ama kararlı bir direniş olabileceğini gösterdi. “Çocukları kurtarırken insanlık görevimi yaptım” diyen Sendler, hiçbir zaman kahraman olduğunu düşünmedi ama onun iyiliği, yüzlerce yaşamın umudu oldu.
Benzer şekilde, Sultan Abdülmecid, 1847 yılında, binlerce kilometre ötede yaşanan İrlanda Büyük Kıtlığı sırasında, o dönemin büyük Avrupa devletlerinin bile sessiz kaldığı bir anda, kıtlıktan kırılan İrlandalılara yardım göndermiştir. Düşmanlıkların, sınırların ve politik hesapların ötesinde, insanı insan yapan o asil duyguyla hareket etmiş ve “Eğer bir cana merhamet edemiyorsam, ben de bir sultan değilim” demiştir. Bu yardım, tarih kitaplarının değil; İrlanda halkının hafızasında yaşamaya devam etmiştir. Bugün hâlâ Drogheda kasabasında Osmanlı hilalini taşıyan bir plaket vardır; iyiliğin unutulmaz izlerinden biridir bu.
Konfüçyüs’un binlerce yıl öncesinden gelen uyarısı, yüreklerimize usulca dokunur. Konfüçyüs, sevgi ve saygının insanı insan yapan en temel değerler olduğunu söyler. “İnsanı insan yapan, başkalarına duyduğu saygıdır,” derken, bu kelimeler bir zamanlar toplumları bir arada tutan görünmez ipliklerdi. Ancak günümüzde bu iplikler çözülmekte, sevgi ve saygının büyülü dansı yerini sessiz bir yalnızlığa bırakmaktadır. Konfüçyüs’ün zamanlar ötesi çağrısı hâlâ geçerlidir; çünkü bir toplum sevgiyle yoğrulmazsa, çarklar yavaşlar, kalpler donuklaşır. “Eğer insanlar birbirine karşı saygı göstermezse, o toplum çöker.” Bu uyarı, kalbimizin kapılarını aralamak için bir davettir.
Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde Alyoşa, sevginin ve ahlakın yalnızca yaşamda kalmakla kalmayıp, insanı insan yapan yüce bir ışık olduğunu fısıldar. Onun varlığı, karanlık bir dünyanın içinden doğan umut gibidir. Romanın her sayfasında, sevgi ve saygının yitirilmişliğine tanık oluruz; yabancılaşmanın soğuk duvarları aramızda yükselir. Alyoşa’nın şu sözleri, yitirilen her insani değerin hüznünü taşır: “İnsan, sevgiyle var olur, sevgi olmadan yaşamın anlamı yoktur.” Bu kelimeler, yüreğimizde kaybolan değerlerin sessiz çığlığıdır, unutulmuş bir masalın son dizesi gibi.
Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiiri, insanlığın yitirdiği sevgi ve merhametin en dokunaklı simgesidir. Gözlerinde barışın ve umudun ışığı sönmüş bir çocuk, savaşın soğuk yüzüyle karşı karşıyadır. “Gözlerindeki yaş benim içimdeki ateşti,” dizeleriyle, sevgi ve şefkatin nasıl yok olup gittiğini, yüreklerde derin bir sızı bıraktığını anlatır. Bu şiir, karanlıkta kaybolan iyiliğin sessiz çığlığı, unutulmuş değerlerin hatırlatıcı melodisidir.
Kendi zincirlerini kıran Harriet Tubman, özgürlüğün sadece bireysel bir hak değil, ortak bir sorumluluk olduğunu haykırdı. Defalarca tehlikeye atılarak başkalarının esaretinden kurtulmasını sağladı; çünkü vicdanının derinliklerinde sevgi ve adaletin tüm insanlara ait olduğuna inanıyordu. “Bir insan özgür değilse, kimse gerçekten özgür olamaz,” dediği her an, yitip giden insani değerlerin dirilişi için mücadele etti.
Florence Nightingale, yalnızca tıbbın değil, insan kalbinin de doktoru oldu. Kriz anlarında insan hayatına verdiği değeri, şefkatle yoğurup hastanelerin soğuk duvarlarını sevgiyle ısıttı. “İyileşme, vicdanın şefkatiyle mümkün olur,” diyerek, sevgi ve saygının bireysel sorumluluktan başlayıp topluma yayılan kutsal bir ışık olduğunu gösterdi. Onun hayatı, unutulan insani değerlerin yeniden hatırlanmasının simgesidir.
Modern çağda merhamet çoğu zaman göz ardı edilirken, karanlık düşünceler kalıcı izler bırakıyor. Bir insanın yaptığı basit bir hata, onun pek çok iyi davranışını gölgede bırakabiliyor. Filozof Alain de Botton’un dediği gibi, “İyilik, değişim ve dönüşüm gerektiren bir yolculuktur.” Ne var ki günümüz insanı bu yolculuğa ya hiç çıkmıyor ya da ilk virajda geri dönüyor. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan birey, sevgi ve saygıyı bir “lüks” gibi görmeye başlıyor. Oysa bir çiçeğin suya, güneşe ve ilgiye ihtiyacı varsa; insanlar da anlayışa, ilgiye ve samimi bir bakışa muhtaçtır. Günümüzde bir insana güvenmeyi bırakın sevmeye bile cesaret edemiyoruz. Peki bu durum insanın sonunu hazırlayan bir kuyu değil midir? Sürekli içini kemiren bir şüphe, doyumsuzluk barındıran sahte sevgiler, yüzeysel ilişkiler, hiçte içten olmayan yanındayım sözcükleri… Bunlardan çok sıkılmadık mı? Evet hepimiz bundan yakınıyoruz ama söyleyin bana bunu değiştirmek için sen ne kadar adım atıyorsun?
İbn Haldun, tarih boyunca toplumların yükseliş ve çöküşünü anlatırken, “Bir toplumun yükselmesi adalet ve erdem üzerinden olur” diyerek bizlere hâlâ geçerli bir yasa hatırlatır. Ancak günümüzde adalet, yerini ertelemelere; erdem ise yüzeysel beğenilere bırakmış durumda. Kötülükler, ruhlarımızda iz bırakan travmalara dönüşüyor; iyilikler ise bir kartpostalda unutulmuş cümleler gibi silikleşiyor. Antik çağlardan Epiktetos, “İnsanın nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini düşünmesi gerekir” derken, sadece kendi hayatına değil, başkasının yüreğine de dikkatle bakan bir bilincin gerekliliğini vurgular.
Abraham Lincoln, Amerikan iç savaşının ortasında bile şunu söyleyebilmişti: “Düşmanlarımı dostlarıma çevirerek onları yok ediyorum.” Lincoln’ün bu sözü, güç sahibi birinin bile iyiliği bir strateji değil, bir ilke olarak yaşatabileceğini gösterir. Bugün benzer bir anlayışı göstermek, yalnızca bireysel bir erdem değil; bir toplumsal iyileşmenin de kapısını aralayacaktır.
Tüm bunlara rağmen, tarih, edebiyat ve inanç sayfaları hâlâ iyiliğin kalıcılığına tanıklık eder. Mevlana, “Sürekli bir sevgi ve hoşgörüyle yüreğimizi iyiliklerle aydınlatmalıyız” derken, sevginin ve anlayışın yalnızca birey değil, toplum için de bir ilham kaynağı olduğunu hatırlatır. Çünkü iyimserlik, tek başına yapılan bir davranış değil; bir zincirin halkasıdır. Her birey bu zincire bir halka eklediğinde, toplum daha güçlü hale gelir. Ancak zincirin kopmaması için herkesin bu sorumluluğu içselleştirmesi gerekir.
Gazâlî asırlar önce şöyle demişti: “İyilik, başkalarının kalplerinde yer bulduğunda gerçek değerini kazanır.” O yer bulunamadığında ise, yardımlaşma yalnızca yapılanın değil, yapanın da kalbinde kaybolur. Tolstoy, “Bir insan neyle yaşar? Sevgiyle. İnsanlar birbirlerini sevmeden yaşayamaz” diyerek sevgiyi insanın varoluşsal bir ihtiyacı olarak tanımlar. Ve evet, bu değerlere sahip olmak çoğu zaman bir kahramanlık değil, içten gelen bir nezaketin adıdır. Albert Schweitzer’in dediği gibi: “İçinde iyilik barındıran herkes, dünyanın gidişatını değiştirebilir.”
Sevgi ve insani değerler, karanlıkta yolumuzu aydınlatan mumlar gibidir. O mumlar söndüğünde, yalnızca birey değil, toplum da yönünü kaybeder. O halde bize düşen görev, her yeni güne bir iyilik tohumu ekmek, kalpleri yeniden filizlendirmektir. Bazen bir tebessümle, bazen bir selamla, bazen sadece dinleyerek… İyilik ne kadar hatırlanırsa, kötülüğün sesi o kadar kısılır. Rainer Maria Rilke’nin dediği gibi: “İyi olmak, içten gelen bir güçtür; ve bu güçle dokunduğun her kalp, seni de iyileştirir.”