Emrihan AYDIN
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Dün, Bugün ve Yarın

Dün, Bugün ve Yarın

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yönetim kavramı oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Peki, kim, neyi yönetiyor? Bir ülkeyi mi, binlerce çalışanı olan büyük bir şirketi mi, yoksa küçük bir bakkal dükkânını mı? Makro açıdan bir devlet, milyonlarca paydaşı olan bir yapıdır; mikro açıdan ise küçük bir KOBİ olarak görülebilir.

Ülkelerin yönetimine bakıldığında; devlet yönetimlerinin diğer organizasyonların yönetiminden çok farklı olduğu söylenmelidir. Yönetim bilimlerine, özellikle de devlet yönetimine ilgi duymak ve bunun için tarih biliminden istifade etmek gerekmektedir. Tarih, yönetim bilimini tamamlayan en önemli bilimdir.

Kurumsal hafıza, genellikle kamu kurumlarında sıkça duyduğumuz bir terimdir. Ülkelerin kurumsal hafızası ise tarihtir. Eğer tarih bilinmezse, o ülkenin yönetimi sağlıklı bir şekilde yürütülemez. Bu durumu, bir kurumun geçmişini bilmeden o kurumu yönetmeye benzetilebilir. Geçmişi bilmek, bugünü yönetmek ve yarını inşa etmek için gereklidir. İşte bu noktada tarih devreye giriyor.

Türkiye, kendi tarihini oluşturabilen ve iz bırakabilen ender ülkelerden biridir. Bu nedenle, bugünü anlayabilmek için köklerimize inmek gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Şimdi, dünya genelindeki durumu ele alalım ve Türkiye’nin bu genel durum içindeki yerini belirleyelim.

Kuzeyde yer alan Rusya’nın tarih boyunca iki temel amacı olmuştur: Sınırlarını genişletmek ve sıcak denizlere ulaşmak. Bu hedefe ulaşmanın yolu ise elbette Türkiye’nin topraklarından geçmektedir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar dünya üzerinde etkili olan bir diğer ülke ise İngiltere’dir. Ancak savaş sonrasında İngiltere yavaş yavaş gerilemeye başlamıştır. Avrupa, savaşın ardından yeniden ayağa kalkmak zorundadır; bu durum, Rusya’nın güneyde boğazları kontrol etme ve batıda Avrupa’ya doğru ilerleme hedefiyle birleşince Türkiye üzerinde bir baskı oluşturmuştur.

Sovyetler, Türkiye’ye bir nota göndererek boğazların yönetimini birlikte yapmayı ve Kars ile Ardahan’ı talep etmiştir. Bu kabul edilemez bir teklif olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun borç mirasıyla başa çıkmaya çalışan genç bir Cumhuriyet, geçmişten gelen borçlar ve kayıplarla mücadele etmektedir. Bu durum, Türkiye için soğuk bir duş etkisi yaratmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetlerin Türkiye üzerindeki işgal niyetleri net bir şekilde görülmektedir. O dönemde, İngiltere’nin yardım edememesi, onun tarih sahnesindeki rolünün sona erdiğini göstermektedir. Amerika, bu süreçte sahneye çıkarak, Sovyetler’in tek süper güç olmasını engellemek için Avrupa’ya yardım etme gerekliliğini ortaya koymuştur. Truman Doktrini, Amerika’nın sadece kendi sınırlarıyla değil, dünya genelindeki paydaşlarıyla da ilgilenmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Türkiye, Truman Doktrininin ardından Marshall Planı çerçevesinde yardım talep etmiştir. O dönemde hükümet üyeleri ve muhalefet, bu yardımların alınması konusunda destek vermiştir. Ancak Amerika, Türkiye’ye karşı temkinli davranmıştır; çünkü Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştir ve ekonomik durumu Avrupa’ya göre daha iyi görünmektedir. Marshall Planı’nın amacı, Amerika’nın doğrudan müdahale etmesi değil, Türkiye’nin kendi kalkınma planını oluşturmasına destek olmaktır. Ancak bu süreçte iki ülkenin başarısız olduğu görülmektedir. Bu plan, aslında Yunanistan ve Türkiye dışındaki tüm devletlerde hedefine ulaşmıştır.

Bağımlılık teorisine göre, bir ülkeye yapılan yardım, o ülkenin diğerine bağımlı hale gelmesine neden olur. Avrupa, belirli ölçülerde Amerika’ya bağımlı hale gelmiştir; çünkü aldığı yardımların bir kısmını yine Amerika’dan alarak geri ödemiştir. Yani, para Amerika’dan yardım olarak çıkmış ve tekrar ihracat geliri olarak geri dönmüştür. Ancak Türkiye, bu konuda kurumsal bir kalkınma planı oluşturacak altyapıya sahip değildir. Bu altyapı, esasen insan faktörüne, yani yetişmiş personel gücüne dayanıyor. Bu yapı eksik olduğu için, Türkiye’nin durumu, kötü niyet yoksa Amerika’nın Türkiye’yi her anlamda yönetmesine yol açmaktadır. Amerika, Türkiye’yi bu konuda oldukça etkili bir şekilde yönlendirmiştir. Marshall Planı’na baktığımızda ise, Türkiye bu yardımları almasına rağmen ekonomik büyüme ve gelişme konusunda başarılı olamamıştır. Sonuç olarak, Türkiye yönetimsel açıdan bazı tavizler vermek zorunda kalmıştır. Amerika, bu hamleyle Avrupa ve Türkiye üzerinde Sovyetler Birliği’ne karşı bir set oluşturmuş ve İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan misyonunu devralmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya, Sovyetler ve Amerika arasında çift kutuplu bir dengeye doğru evrilmiştir.

Türkiye’nin bu noktaya nasıl geldiğini içsel dinamikleriyle incelemek gerekirse, Osmanlı döneminde, özellikle II. Mahmut döneminde reform hareketlerinin başladığını görürüz. O döneme kadar uyuyan bir Osmanlı yönetiminden bahsediyoruz. II. Mahmut, yeniçeri ocağını kaldırarak ve yeni bir askeri yapılanma kurarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan bir ordu oluşturmuştur. Abdülaziz döneminde ise Osmanlı, Avrupa’ya seyahat etmeye başlamış ve bu süreçte padişah ve yönetim kademesi Avrupa’nın gerçekliğini kendi gözleriyle görmüştür. Bu durum, Osmanlı’nın dağılma sürecine girmesine yol açmıştır. Reformlar, özellikle II. Abdülhamit döneminde devam etmiştir. Bu dönem, tartışmalı bir dönemdir ve 33 yıl sürmüştür. Gelişmişliği isteyen iktidar, Terakki, genç Osmanlılar ve Jön Türkler, nihai amaçlarına Birinci Dünya Savaşı’na girilmesiyle ulaşmaya çalışmıştır. Türkiye, bu süreçte küllerinden yeniden doğmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın küresel güç misyonunu almasıyla, Türkiye’nin Amerika’ya tam anlamıyla teslim olduğunu söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan yatırımlar, Marshall Planı kapsamında gerçekleşmiş ve bu yardımlar, Türkiye’nin dışa bağımlı hale gelmesine yol açmıştır. Amerika’nın yaptığı yardımlar, aslında bir lütuf değil, Türkiye’yi bağımlı hale getirme amacını taşımaktadır. Avrupa, kendi kalkınma planları olduğu için ve gelen yardımları iyi yönettiği için, Türkiye’ye göre daha bağımsız bir konumda kalmıştır. Türkiye için ise, işgal edilmesi zor bir ülke olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Türkiye’yi işgal etmek, sadece askeri müdahale ile değil, içeriden farklı yöntemlerle de mümkün olabilir. Bu durum, Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar süregelen iç işgal planlarının bir parçasıdır.

2019 yılında ortaya çıkan Pandemiyle dünyanın yeni bir çağa girmiştir. Bu yeni çağda, süper güçlerin belirginleşeceği bir dönem beklenmektedir. 2025 yılının üçüncü çeyreğinden itibaren yeni bir çağın başlayacağı öngörülmektedir. İlk şok atlatıldı, uyum dönemi yaşandı ve şimdi dünya bir dip dönem sonrası yükseliş mücadelesi başladı ve 2025 yılının üçüncü çeyreğine gelindiğinde tam olarak yeni bir çağa girilecek. Bu süreçte Türkiye’nin ne yapması gerektiği önemlidir. Yeni çağ, birçok şeyi sıfırlayacak ve dünya düzenini değiştirecektir. Pandemi, bu değişimin miladı olmuştur.

Bugün, süper güç olarak kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri, yıllardır salgınlara karşı önemli kaynaklar ve insan gücü ayırmasına rağmen, Pandemide ne yapacağını bilemedi ve diğer ülkelerden yardım almak zorunda kaldı. Avrupa ülkeleri de benzer bir tutum sergileyerek, birbirlerine yardım amacıyla gönderilen maskeleri alıkoyarak, birbirlerine adeta bir meydan okuma gerçekleştirdiler. Bu durum, süper güç algısının ciddi şekilde sarsıldığını gösteriyor. Ardından yaşanan savaşlar, ülkelerin maskelerini düşürdü ve dünya, daha önceki gerçeklerle algıların tamamen çeliştiği bir döneme girdi. “Dip dönem” olarak adlandırılan bu süreçten sonra, yükseliş mücadelesi dönemi başladı. Devletler birbirlerine askeri, ekonomik ve diğer konularda meydan okudu.

2025 yılında Türkiye’nin diğer ülkelere göre daha önce bu geçiş dönemlerini yaşayacağı ve dip döneminden sonra bir anda yeni çağın süper güçlü ülkelerinden olacağı öngörülmektedir. Bu öngörü, tarihsel ve yönetimsel değerlendirmelere dayanmaktadır. Türkiye’nin süper güçlü ülkelerden biri olacağı konusunda süreç iyi bir şekilde değerlendirilmelidir. Özellikle 2010-2019 döneminde yaşanan olayları dikkatlice analiz edilmelidir. Türkiye, potansiyeli itibarıyla süper güçlü ülkelerden biri olmaya adaydır; ancak bu nasıl gerçekleşecek?

Dünya genelinde bir sıfırlanma süreci yaşanırken, Türkiye de bu dip döneme daha önce girdi ve daha ağır şekilde doğum sancılarını yaşadı. Sosyal, ekonomik, siyasi ve sosyolojik krizlerle sarsıldı ama yıkılmadı. Türkiye, binlerce yıllık bir devlet geleneğine sahiptir. Bu devlet aklı da sıfırlandı. Bu devlet aklı, ülke uçurumun kenarına geldiğinde devreye girer ve ülkenin yeniden rayına oturmasını sağlar. Eğer bu devlet aklı, yeni çağın kurallarıyla güncellenip, 2025 sonrası için etkin bir şekilde kullanılabilirse, Türkiye’nin yeni çağın süper güçlü ülkelerinden birisi olması içten bile değildir.

Bir ülke, insan gücünün omuzlarında yükselir. Bir ülkeyi süper güç haline getiren de, güçsüz bir ülke yapan da insan gücüdür; burada kastedilen, insanın beyin gücüdür. Türkiye’nin kalkınma hamlesi, liyakatli bireylerin katkısıyla gerçekleşecektir. Devlet aklının, liyakatli insanları devlet yönetiminin üst kademesine getirmesi gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, bir sistem bozuk bile olsa, liyakatli insanların elinde düzelir; aksi takdirde, iyi giden bir sistem bile liyakatsiz insanların elinde bozulur.

Eğer mevcut geçiş döneminin sonuna gelindiği ve dibin dibi görüldüğünü kabul edilirse, liyakatli insanların yönetime gelmesiyle birlikte ülkenin bir anda yükselişe geçeceği öngörülmektedir. Ekonomik sıkıntılar, sosyal ve kültürel ve diğer tüm sorunların kaynağı budur. Türkiye’nin yaşadığı dip dönemdeki sorunların temel sebebi, kaht-ı rical, yani devlet yönetiminde görev alacak liyakatli kişilerin bulunamamasıdır. Bu da siyaset kurumunun devlete çok fazla girdiğini ve devlet kurumunun biraz daha siyaset kurumu üstünde konumlanması gerektiğini göstermiştir.

Dün, Bugün ve Yarın
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Türkiye Aktüel ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!