Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye yalnızca siyasi bir devrim yaşamıyordu. Asıl büyük değişim, halkın düşünme biçiminde, hayata bakışında, gündelik yaşamında yaşanıyordu. Bu değişimin adı: kültür devrimiydi. Ve bu devrim, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, harflerle başlayan ama zihinlerle devam eden bir yürüyüştü.
Latin harflerinin kabulü, sadece yazı biçimini değiştirmek değildi. Bu, geçmişle olan karmaşık bağı yeniden tanımlamak ve çağdaş dünyanın bir parçası olmak için atılan dev bir adımdı. Harf Devrimi, okuma yazma oranını artırmakla kalmadı, bireyin bilgiye doğrudan erişebilmesini sağladı. Halk, artık aracıya ihtiyaç duymadan gazete okuyabiliyor, kitapla tanışabiliyordu. Ama mesele sadece alfabe de değildi. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla, halkın kendi kimliğini aradığı ve yeniden tanımladığı bir dönem başladı. Tarih, sadece savaşların değil; halkın, kültürün, dilin tarihi haline geldi. Atatürk, kültürü devlet politikası haline getirirken, sanat ve edebiyatı da bu dönüşümün merkezine koydu.
Halk evleri, bu kültürel dönüşümün laboratuvarıydı adeta. Tiyatro oyunları sahneleniyor, kitaplar okunuyor, halk şiiriyle modern düşünce yan yana getiriliyordu. Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil; bir zihniyet biçimiydi artık. Bu zihniyet, öğrenmeyi, düşünmeyi, üretmeyi ve eleştirel bakışı teşvik ediyordu. Elbette bu değişim sancısız değildi. Her devrim gibi, kültür devrimi de dirençle karşılaştı. Ama Atatürk’ün bir sözü bu süreci özetler nitelikteydi: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bilim, akıl ve estetik, kültürel devrimin üç sac ayağıydı. Ve Atatürk, geleceği bu üç sütun üzerine inşa etmeyi seçti.
Bugün hâlâ Atatürk’ün kültür devrimini konuşmamızın nedeni, onun yalnızca geçmişi değiştirmemiş olmasıdır; o, gelecek için bir düşünme ve yaşama biçimi inşa etmiştir. Bir milletin kaderi, kültürüyle yazılır. Ve Atatürk, bu kaderi çağdaş bir dünyaya yöneltmeyi başarmıştı.