Ölüm… Her şeyi durduran, hayatın en büyük gerçeği. İnsanı en derin acısıyla, en çıplak haliyle yüzleştiren o kaçınılmaz an. Ancak ne acıdır ki bizler, bu gözü yaşlı vedayı bile yozlaştırmış, acımızı dahi gerektiği gibi yaşayamaz hâle gelmişiz. Cenazelerimiz, bir yas evinden çok; adeta bir sosyal buluşma noktasına, bir gösteri alanına dönüştü. Gidenin ardından duyulan hüzün, yerini gelen misafire hizmet etme telaşına bırakmış durumda. Ölenin nasıl öldüğünü (!) defalarca anlatma zorunluluğu, gerçek matemi gölgelemiş. Oysa bir can toprağa verilmişken, ev sahibinin tek derdi misafirleri ağırlamak olmuş.
Matem Sofrasında Gösteriş: Pide mi, Paha mı?
Cenaze evinde, mecburiyet olmadıkça yemek pişirmek mekruhtur. Peki ya şu meşhur cenaze yemekleri? Ah o pideler! İlla kıymalı olacak, helva şöyle kavrulmaz, içine çam fıstığı atılmalı! Gömülenin ahireti başlamış, geride kalan dul ve yetimleri bir yanda; kimin umurunda? Kırkı okunurken sarma sarılmazsa konu komşu ne der? Bu ne pervasızlık, bu ne derin bir yirminci yüzyıl çirkinleşmesi! Ölümün ağırlığı, midenin açlığına nasıl yenik düşer? Ne zaman unuttuk: Tok karınla bile gidilecek yerin iki metrelik bir çukur olduğunu?
Kokulu Taşlar ve Mevlit Kreasyonları: Ölümün Sekülerleşmesi
Bir de son yılların “modası” var: Kokulu taş veya magnet dağıtma zorunluluğu… Dağıtmayanın neredeyse ayıplanır olduğu bu absürtlük, akıl alır gibi değil. Bir insan ölmüşken, belki kabrinde azap çekiyorken, sen onun adına kokulu taş dağıtarak sevap mı umuyorsun? Bu ne bitmek bilmez bir gösteriş arayışı! Biz ki, ahireti bilen, kabrin ve sorgu sualin dehşetini idrak etmiş bir ümmetiz. Ölüm gibi ciddi bir meseleyi nasıl böyle basit bir ticari metaya, bir şaklabanlık malzemesine çevirebildik?
Hele o “mevlit kreasyonu” adı altında yaşanan şıklık yarışına değinmiyorum bile. Nerede ne altını varsa takmış takıştırmış, evin içinde topuklu terlikle geziyor, bir de elinde gül suyu! “Yahu adam ölmüş!” diye bağırmak geliyor içimden. Diriden utanmazsan bari o azametli ölümden utan! Unutma: Sen de öleceksin! Cenazelerimizi, birer sosyal medya gönderisi gibi kurgularken, ölümün asıl anlamını yitirdiğimizin farkında mıyız?
Nerede Edep, Nerede Ölüm Korkusu?
Eğer bu toplum, ölümü bir an olsun tefekkür edebilseydi, o cenaze evinde bir kaşık pilav boğazından geçmezdi. Bakın: Ne samimiyetimiz kaldı, ne ciddiyetimiz, ne edebimiz, ne ölüm korkumuz, ne de Allah korkumuz! Cenaze sahibine saygı duymak, onları bu zor anlarında yalnız bırakmamak nerede kaldı? Evden ölüden önce pide, lahmacun, yemek kokuları çıkıyor. Cenaze sahipleri, kendi yaslarını bir kenara bırakıp, uyuşmuş bir vaziyette gelenlere tabak taşıyor, hizmet ediyor.
Bu durumu kabul edemeyiz!
Hanımlar, bu çağrım özellikle sizlere! Bu tür bidatleri başlatan sizler oldunuz, bitirecek olan da yine sizlersiniz! Kim ne derse desin, reddedin bu gösterişi! Ölümü; ölüm gibi yaşayın. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz evlatlarının ardından, Fatımatüz-Zehra anamız babasının ardından ne yaptıysa, siz de onu yapın! Unutmayın: Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Onu basitleştirerek, kendi sonumuzu da hiçe saydığımızı asla aklımızdan çıkarmayalım.
FATMA YILDIZ