Geçen gün okumuş olduğum Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabı beni çok etkiledi ve bu yazıyı kaleme alma gereği duydum. Toplumdan sömürülmediğimiz sürece, ne yazık ki varlığımız da hayvani bir şekle bürünüyor.
İnsanlar bizden ne kadar faydalanıyorlarsa, biz o kadar “insan” sayılıyoruz. Bu durum en yakınlarımız, hatta ailemiz için bile geçerli. Toplum, bir noktada tamamen bireysel çıkarlara endekslenmiş durumda
Dolayısıyla artık kişi olarak bir değerimiz yok, yalnızca sağladığımız fayda kadar bir yer edinebiliyoruz.
Bu anlayış, modern çağın değil, insanlık tarihinin özüne işlemiş bir gerçek.
İlk dönem insanına baktığımızda bile hastalanan, yaşlanan, avcılık ya da toplayıcılık yapamayan bireylerin topluluktan dışlandığını, ölüme terk edildiğini görüyoruz.
Benzer bir düşünce, savaşlarda ve askeri düzenlerde de karşımıza çıkar: işe yaramayan, güçsüz olan saf dışı bırakılır.
Bu da bize bireyselciliğin, hatta ekonomik açıdan bakarsak kapitalizmin, insan doğasına ne kadar derinlemesine yerleştiğini gösterir.
Dünya insanlar için var oldu denir. Tüm öğretiler, tüm felsefeler insanı merkeze koyar. Fakat uygulamaya gelindiğinde, tarih boyunca ister Antik Çağ’da, ister Orta Çağ’da, ister modern dünyada olsun insan hep en alt plana itilmiştir. İnsanın değeri, tamamen pragmatist bir ölçüye, yani işe yararlığa göre belirlenmiştir. Sevgi bile çoğu zaman koşullu, çıkar temelli bir hal almıştır.
Sonuçta biz, hem bireysel hem toplumsal düzeyde yozlaştırmıştır.
Yalnızca fayda üretirken değerli sayıldığımız bir dünyada, insani olanı, yani merhameti, vicdanı ve ahlaki kimliğimizi yitirdik.
Yitirdik de yitirdik…
belki de sormamız gereken, asıl soru şudur; “Varlığımızın değeri sadece başkalarına sağladığımız fayda ile mi ölçülüyor? “