Türk Kadınının Özgür Ruhu
Rüzgârın peşine takılan atların yelesinde savrulan, çadırın kapısını gece yarısı tek başına açacak kadar cesur, atını sürecek, okunu doğrultacak, elini oğlunun omzundan çekmeyecek kadar dirayetliydi Türk kadını. Onun adı bazen Tomris oldu, düşmana meydan okudu; bazen bir oba beyinin ardında, bazen kağanın hemen yanında devlet aklını taşıdı. Adı destanlara sığmadı, ağıtlara karıştı; adı yazılmadığında bile ruhu o obada yaşadı.
Türk kadını, çadırda çocuk büyütmekle yetinmedi; çadırın kurulduğu yeri seçti, obanın yolunu çizdi, gerektiğinde at üstünde düşmana ok yağdırdı. Törende onun sözü geçti; toyda o söz aldı, erkeği savaşa giderken ardını kolladı. Çünkü Türk kadını doğduğu günden beri yoldaş, ana, hatun ve bazen de hakan olmayı bildi. Kanun yazılmadan da kağan yanındaki hatunun hükmü bilinirdi. Bir imparatorluk kurulacaksa bir hatunun duasıyla kurulur, yıkılacaksa bir hatunun gözyaşıyla yıkılırdı.
Bozkırın soğuğuna, rüzgârın hoyratlığına, taşın toprağın kuruluğuna karşı dimdik durdu. O, ne bir sarayın altın kapısında zincire vuruldu ne de duvarlar ardına saklandı. Göçerdi, özgürdü, bağımsızdı. Onun kimliği, erkeğinin ardında bir isim değil, onunla yan yana yürüyen bir nefesti. Çünkü Türk kadını kabilelerin birleşmesinde söz söyledi, antlaşmalarda mühür vurdu. Saka topraklarında Tomris’in öfkesi, Massaget atlılarının cesareti oldu. Uygur çadırlarında Kutlug Hatun’un sözü, boyların rotasını çizdi. Kıpçak bozkırlarında bir hatunun dirayeti, binlerce savaşçının cesaretine denk geldi.
Onun için kadın olmak, sadece ana olmak değildi. Türk kadını, kan bağına sadık, töreye bağlı, toprağa değil göğe bakan bir gözdü. Belki yazılı kitabelere tam adı kazınmadı ama Çin kroniklerinde, Arap seyahatnamelerinde, Bizans korkularında iz bıraktı. Düşmanı onun adıyla titredi, kendi halkı onun gölgesinde nefes aldı.
Bir çadırın kapısını tek başına açmak ne demekti bilir misin? O kapı, oba demekti; oba, millet demekti. Türk kadını, o kapıyı ardına kadar açtı; ardına kadar savundu. Yeri geldiğinde erinin omzunda yoldaş, yeri geldiğinde ordunun önünde bir komutan, yeri geldiğinde toyda bir akıl hocası oldu. Ve ardında adı bilinmese de, daha nice hatunların, katunların, anaların izleri kaldı.
İşte bu yüzden Türk kadını, hükmetmeyi kılıcın ucunda değil, sözün ağırlığında öğrendi. O söz bazen bir toyda yükseldi, bazen bir çadırda fısıldandı, bazen bir savaş meydanında atların toynağına karıştı. Tarihin tozlu yollarında bir kadının izini arayan her göz, aslında rüzgârda savrulan bir at yelesinde, bir çadır direğinde, bir çocuğun adında o kadını buldu.
Ve bugün, o kadının ardında kalan topraklarda ne bir kale ne bir taş belki kalmadı. Ama bir rüzgâr eser hâlâ bozkırdan, Tomris’in, Kutlug’un, Saray Mülk’ün, isimsiz nice hatunun nefesi gibi: Bağımsız, inatçı, dimdik.
Çünkü Türk kadını, unvanlardan, tahtlardan önce özgürlüğün adıdır. Ve bu ad, tarihe sığmaz; bozkırın sonsuzluğunda yankılanır.