Unutulanlar üşür. Hem de çok derin bir yerden…
Bir halk düşünün; dilinden dolayı yargılanan, kimliğinden dolayı susturulan, tarihinden dolayı cezalandırılan… Bu halkın adı: Uygur Türkleri. Onlar yalnızca Müslüman oldukları için değil; Türk oldukları için hedef alındılar. Kimlikleri tehdit sayıldı, dilleri suç oldu, gelenekleri şüpheye dönüştü. Ve bugün o halk hem coğrafi olarak hem de vicdani olarak yapayalnız.
Çin rejimi, yüzyıllardır ayakta kalan bir halkı sistemli bir şekilde silmeye çalışıyor. Ama bunu bombayla, kurşunla değil; daha sinsice, daha derin yöntemlerle yapıyor: Sessizleştirerek. Uygur Türkçesi yalnızca bir iletişim aracı değil, bir halkın geçmişi, geleceği, hayali ve duasıdır. Fakat şimdi bu dil, Çin’in politikalarıyla yok edilmek isteniyor. Okullarda yasaklandı, devlet kurumlarından kovuldu, sokakta konuşmak bile şüpheli davranış sayılıyor. Çocuklar zorla Mandarin Çincesiyle eğitiliyor, anneler çocuklarına artık kendi dillerinde ninni bile söyleyemiyor. Bir halkın dilini elinden almak, onu köksüzleştirmek demektir. Kökü kazınan ağaç sadece rüzgârda savrulmaz; zamanla kurur, çürür, unutulur.
Ama mesele burada bitmiyor. Uygurlar sadece dilleriyle değil, bedenleriyle de teslim alınmak isteniyor. On binlerce Uygur, mesleki eğitim bahanesiyle toplama kamplarına kapatılıyor. Bu kamplarda eğitim değil, asimilasyon var. Kadınlar zorla kısırlaştırılıyor, genç kızlar Han Çinlileriyle evlendirilmeye zorlanıyor, aileler parçalanıyor, çocuklar devletin denetiminde yeni vatandaşlar olarak büyütülüyor. Yani bir halk kendi bedeninde artık kendisi olmaktan çıkarılıyor. Bu sadece kültürel bir tasfiye değil; biyolojik bir yeniden şekillendirme.
Ve en ağır olanı şu: Uygurların kendi soydaşları tarafından terk edilmesi. Onlar Türk ama Türk dünyası suskun. Onlar Müslüman ama İslam coğrafyası sessiz. Dillerde kardeşlik dolaşırken, Uygurlar kardeşliğin dışına itildi. Siyasi hesaplar, ticari kaygılar, diplomatik dengeler bir halkın acısından daha büyük sayıldı. Türklük nutuklarla büyütülürken Uygurlar göz göre göre unutuldu. Milliyetçilik ekranlarda alkış toplarken, onların adı bile geçmedi. İnsanlık, işine geldiği yerde insan kaldı; diğer yerlerde ise yalnızca seyirciye dönüştü.
Bugün Uygurlar sadece Çin’le değil, unutulmuşlukla savaşıyor. Bomba seslerinden değil, boğucu sessizlikten korkuyorlar. Çünkü unutulmak, ölmekten bile daha derin bir şeydir. Adı anılmayan, sesi duyulmayan, kimliği tanınmayan bir halk, gerçekte hâlâ var mıdır? Uygurlar bugün hâlâ direniyorsa, bu yalnızca hayatta kalmak için değil, unutulmamak içindir. “Biz de vardık” diyebilmek için. Belki de bir gün, bizlere sessizliğimizin hesabı sorulduğunda, Uygur çocuklarının gözleri dikilecek üzerimize. Ve biz, ne kadar çok şey bilip, ne kadar az şey yaptığımızı fark edeceğiz.
Eğer bir halk yok sayılıyorsa, sadece rejim suçlu değildir; sessiz kalan herkes ortaktır.