Bazen kendimi geçmişin derinliklerinde bulurum; o zamanın ötesinden yankılanan büyük düşünürlerin fısıltılarını dinlerim. Sokrates’in bitmeyen soruları, Descartes’ın cesur şüphesi, Kant’ın aklın özgürlüğüne yaptığı tutkulu çağrı… Her biri tek başına parlayan birer mücevher gibi görünse de, aslında hepsi daha büyük bir düşünsel yapının parçası. Locke’un bilginin kökenine dair sorgulamaları, Rousseau’nun insan doğasına yönelik iyimser çözümlemeleri, Wolff’un ahlakın temellerine ilişkin görüşleri… Bunlar yalnızca bağımsız fikirler değil; bir nehrin kolları gibi birleşerek güçlü bir akıntı yaratıyorlar. Geçmişin bilgeliği, bugünün karmaşasında başka bir anlam kazanabiliyor. Çünkü insanlık tarihindeki her kriz, temelde düşünsel temelleri sağlam olmayan yapıların çöküşüdür. Belki de Sokrates’in “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” sözü, artık sadece bireysel değil, toplumsal bir uyarıdır. Düşünmeyi erteledikçe, başkalarının cevaplarına teslim oluyoruz.
Belki de her filozof, insan zihninin evrildiği bahçede kendine özgü bir çiçektir. Kimisi canlı kırmızı, kimisi derin mavi… Renkleri farklı, biçimleri farklı ama birlikte eşsiz bir bütünlük yaratıyorlar. Ahlak, özgürlük, vicdan, toplum… Bunlar yalnızca soyut kavramlar değil; insanın içsel keşfinin mihenk taşları. Ve bu yüzden tüm bu düşünceleri bir araya getiren “Vicdan Temelli Varoluşçu Eleştirel Kuram”, bana bambaşka bir pencere açıyor. Çünkü insan sadece akıl yoluyla değil, aynı zamanda vicdanıyla tamamlanır. Vicdan, içimizdeki o sessiz ışık… Bizi hakikate yönelten, kararlarımızda yolumuzu bulmamızı sağlayan bir pusula.
Bazen zamanın girdabında kaybolmuş gibi hissettiğimde, geçmişin o bilgelik dolu yankılarına sarılırım. İçimde bir not defteri var sanki; her satırında bir fikrin izi gizli. Ama bu bilgiler sadece okunmak için değil; yaşanmak, içselleştirilmek ve dönüştürmek için var. Örneğin Kant’a sormak isterdim: “İnsanlar neden zihinlerini korkusuzca kullanamıyor? Özgür düşünceye hâlâ neden mesafeli duruyoruz?” Locke’a şöyle derdim: “Gerçek bilgi sadece dış deneyimlerden mi ibaret? Ya içimizdeki sezgisel bilgelik? İçten gelen bir kavrayışın hiç mi yeri yok?” Rousseau’ya meydan okumak isterdim: “İnsan doğuştan iyi olabilir, evet… Ama toplum bu iyiliği büyütüyor mu, yoksa bastırıyor mu?”
Bugünün filozoflarına da sormak isterdim: Yapay zekâ vicdan geliştirebilir mi? Kodlarla sınırlı bir bilinç, etik kararlar alabilir mi gerçekten? Bilgelik sadece insana mı özgü, yoksa bilinç dediğimiz şey insan-ötesi bir varlıkta da şekillenebilir mi?
Çünkü biliyorum ki her filozof, kendinden öncekilerin izini taşır. Tıpkı toprağa bırakılan bir tohum gibi; sadece şekil almakla tamamlanmaz varoluş. O tohum, bilgiyle sulanmalı, deneyimle köklenmeli ve sonunda bir ruhla can bulmalıdır. İşte o zaman düşünce, yaşanan bir hakikate dönüşür. İşte o zaman, kendi zamanının ötesinde bir anlam kazanır.