İnanç…
Belki de insanın elinde kalan son sessiz güç. Ne tam bir umut, ne de kör bir teslimiyet; ikisinin arasında duran, kalbin derinlerinden gelen bir çağrıdır. İnsan, bazen hayatın karmaşasında yönünü kaybeder, bazen kendi gölgesini bile tanıyamaz. İşte o anlarda, inanç sessizce devreye girer dışarıdan değil, içeriden seslenir. “Henüz bitmedi,” der. Ve o fısıltı bile bir insanı yeniden ayağa kaldırmaya yeter.
İnanç, yalnızca Tanrı’ya ya da bir dine duyulan bağlılık değildir. Bazen bir sabah yeniden uyanabilmeye, bazen bir sevginin hâlâ var olduğuna, bazen de kendi kalbimizin hâlâ atıyor olmasına inanmak demektir. Kimi için dua, kimi için umut, kimi içinse sadece içsel bir denge… Ama her biçimiyle, insanı yeniden yaşama bağlayan görünmez bir köprü gibidir.
Evrenin düzeninde gizli bir ritim vardır; doğa, zaman ve insan birbirine görünmez bir bağla tutunur. İnanç, bu bağın farkına varabilmektir. Çünkü insan, evrenden ayrı bir varlık değildir. İnandığı her şey, aslında kendi içinde yankılanan bir çağrıdır. Bu yüzden, bir şeye inanmak aslında kendine dönmektir.
İnanç, bilginin ötesindedir. Formüllere, kanıtlara sığmaz. Çünkü inanmak, her şeyi anlamak değil, anlamasa da yürümeye devam etmektir. Belirsizliğin içinde bile “evet” diyebilmek… İşte o “evet”tir insanı ayakta tutan.
Ve belki de en güçlü sığınak, hiçbir şey kalmadığında bile içimizde bir şeyin hâlâ ışık saçtığını hissedebilmektir. İnanç, insanın yeniden doğma ihtimaline tutunmasıdır.
Çünkü insan, inancını yitirdiğinde değil, onu unuttuğunda kaybolur. Ve bir gün yeniden hatırladığında, karanlık bile anlamını yitirir.
Belki de bu yüzden, dünyanın bütün gürültüsüne rağmen, içimizde hâlâ sessiz bir yer vardır. Orada ne korku vardır ne de vazgeçiş. Sadece inanç vardır en sade, en derin hâliyle. Ve o sığınakta insan, yeniden insan olur.