Yokluğumun Var Ettiği Ben
Konuşmak, çoğu zaman bir zorunluluk gibi dayatılır insana. Bir nehir yatağına çakılı taş misali, sürekli aşınmaya, yontulmaya razı olmamız beklenir. Sessizlik ise yanlış anlaşılır; ilgisizlik, zayıflık ya da kaçış sanılır. Oysa benim suskunluğum, yılların biriktirdiği kırgınlıkların, hayal kırıklıklarının ve içsel hesaplaşmaların yankısıdır. Her kelime, bir eksiltme olurdu; çünkü bazı acılar, sözcüklerle değil, sessizlikle taşınır. Bazı yaralarsa, hava ile temas ettikçe kangren olur.
Ben sustum.
Çünkü anlatmak, yeniden yaşamak demekti. Yaşanmış her anıyı, bir hançerin kabzasını tutarcasına avuçlarımda hissedip, bir kez daha batırmaktı o sözler. Dinlenmedim. Sesim, duvarlara çarpıp bana, sağır bir boşluğun yankısı olarak döndü. Her açıklama, kendimi inkâr etmeye, özümden bir parçayı daha feragat etmeye yaklaştırıyordu. Anlattıkça, bana biçilen rolün dilinde kayboluyordum.
Ve en sonunda anladım: yokluğum, varlığımdan daha çok şey söylüyordu. Varlığımda duyulmayan sesim, yokluğumda bir çığlık gibi yankılandı. Sessizliğim, artık bir boşluk değil, bir mevcudiyetti. Ben orada olmayarak, aslında ilk kez tam olarak oradaydım.
Bu suskunluk, bir kaçış değil; bir duruş. Bir haykırış değil; bir direniş. Tıpkı toprağın derinliklerinde, görünmeyen ama dağları taşıyan katmanlar gibi. Çünkü bazen en güçlü cevap, hiçbir şey söylememektir. Beklentilere, rollerime, “susmamam gerektiğine” dair dayatmalara karşı, pasif bir kurban değil, aktifçe inşa ettiğim bir kaledir bu. Ben sustum, çünkü artık kendimi korumam, kendi sınırlarımdan ördüğüm bu kalenin burçlarında nöbet tutmam gerekiyordu. Kelimelerimle kuşatılıp esir alınmaktansa, sessizliğimle özgürleşmeyi seçtim.
Yokluğum konuşur şimdi. Boş kalan yerim, eksik kalan cümlelerim, göz göze gelmeyen anlarım… Hepsi birer kelime oldu. Bu kelimeler, benim suskunluğumun lügatını oluşturdu. Bu sözlükte “sen” yok artık. Sadece “ben” ve “ben”in kutsal dokunulmazlığı var. Bu dil, anlayan için bir çığlık, duymak isteyen için sarsıcı bir davet, duymak istemeyen içinse nihai bir vedadır. Ama en çok da kendim için, uzun süredir unuttuğum bir şeye dönüşüm: bir özgürlük.
Ve bu özgürlük, nihayet, kendi kendime yetebilme cesaretidir.