Kaç yaşına gelirsek gelelim hep bir tarafımız geçmişte kalıyor. Geçmiş: Büyük ve uçsuz bucaksız bir kuyu gibi… Güzel anıları bellek perdenin arkasına atıyor. Perdenin önündekiler de hep acı, hüzün ve derinlere inip orada kalmak gibi hissettiriyor. Çocuklukta öğrendiklerimiz bizi toprağa kadar takip ediyor. Belki orada bile rahat bırakmıyor olabilir. İnsan düşünüyor: ‘Acaba ne zaman rahatlayacağım? ‘Acaba ne zaman tüm bu yüklerden kurtulacağım? ‘diye. Sanırım hiçbir zaman kurtulamayacağız.
Günümüzde geçmişten bugüne kadar gelen travmaları konuşmak ve iyileşmek için terapilere gidiliyor. Peki bu ne kadar iyi geliyor? Baktığınızda etrafımızdaki çoğu kişi terapiye gidiyor ama davranışlara bakınca durum hiç de öyle görünmüyor. İşte burada devreye geçmişte öğretilenler giriyor.
Yetişkinlikte öğrendiklerimiz, deneyimlerimiz elbette çok önemli ama göz ardı ettiğimiz, ortada büsbütün duran ve hırpalanmış bir çocukluk var. Başımıza gelen her durumu çocukluğa bağlamak da bir kaçıştır. Bunun tersini yapıp görmezden gelmek de bir kaçıştır. Geçmiş ve geleceğin tam ortasında yer almalıyız. Bir tarafa daha fazla eğilince dengeler şaşıyor. Denge de kalmak lazım. Dengede kalan hayatta kalır.
Çocuklukta hayatımızda rol alan insanlar ömür boyu bize eşlik ediyorlar. Ya hayali olarak ya da fiziksel olarak…Eğer bu kişi, kişiler zor zamanlar yaşattıysa acı çekiyoruz. Sol tarafımızda bitmek bilmeyen bir ağrı var. Nasıl geçireceğiz bu ağrıyı? İşin kötüsü bu hüzün genetik koda işlenmiş gibi nesilden nesile aktarılıyor. Her nesil de sonuçları daha ağır oluyor.
Bir de geçmişimizde bize güneş gibi doğan insanlar var. Bazen sadece kötü olayları, insanları hatırlayarak onlara haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Âmâ karanlığımıza ufacık bir ışık bile sızdıran insanlar şuan da birey olabilmemizin en büyük öncüleridir.