Özden Çetin
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Işığın Uğramadığı Hikâyeler: Bir Yokluğun Güncesi

Işığın Uğramadığı Hikâyeler: Bir Yokluğun Güncesi

featured
Silhouette of a man standing in a dark room lit by bright light. 3d rendering
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kapalı bir odada zamanın akmadığını, nefesin bile içeri hapsolduğunu öğrendim. Perdeleri çekeli aylar olmuş, ama dışarıda hâlâ gün doğuyor mu bilmiyorum. Duvarlardaki çatlaklar her gece biraz daha büyüyor sanki; tıpkı içimde açılan o boşluk gibi. İnsan, yalnızlığa alıştığını sanırken, yalnızlık çoktan onunla bütünleşmiş oluyor. Gölgeye dönüşen bir bedenin, ışığa artık hakkı var mı? Bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey, seni düşündüğümde tavan biraz daha üstüme çöküyor.

Aklımda hâlâ senin bıraktığın cümleler dönüyor. “Ben gidiyorum,” demiştin, “ama bu, seni sevmiyorum demek değil.” Oysa bana kalansa yalnızca gidiyor oluşundu. Sevip de giden birini affetmek, sevmeyen birinden daha çok acıtıyor insanı. Çünkü sevip de gitmişse, demek ki senin içinde kalmaya değer bir karanlık bile bulamamış. Ben şimdi o karanlığın kendisiyim. Ve sen ışığını alıp gittin.

Ruhumun bir iskeleti kaldı geriye; etten, histen, hatta umuttan sıyrılmış bir kabuk. İçimde yürüyen o soğuk, ayak izlerini beynimin arka sokaklarına bastı. Her düşünce seni dolandırarak geçiyor zihnimden. Bir an bile unutmak, sana ihanet gibi geliyor. Hatırlamak ise kendime. Kaybettiklerimiz çoğaldıkça, insan kendini de yitiriyor, değil mi? Yoksa ben zaten hiç var olmamış mıydım?

Aynada gözlerimin içine bakamıyorum. Çünkü orada, bana değil sana ait bir bakış görüyorum. Sanki senin eksikliğini göze bürümüş bir varlık izliyor beni. Belki de senden kalan her şey, vücudumun hücrelerine sindi ve ben artık kendi bedenimde işgal altındayım. Hatırlıyor musun, bir keresinde demiştin ki, “Beni sevdiğin sürece kaybolmazsın.” Ama şimdi biliyorum: seni severek en çok da kendimi kaybettim.

Nefes alıyorum ama yaşamıyorum. Kalbim çarpıyor ama bir şeye inanmıyor. Günler geçiyor ama ben yerimde duruyorum. Zaman beni ileri taşımıyor artık; sadece eskiye çiviliyor. Her sabah uyanıp yokluğuna yeniden uyanmak, uykusuzluktan daha ağır. Keşke bir sabah daha uyanmasam… Belki o zaman karanlık da biter.

Lambalar titriyor her gece, sanki ruhun gelip geçiyor odadan. Karanlık, seni getiriyor ama götürmüyor. Ben seni ışıkta değil, gölgede tanıdım zaten. Ve her şeyin en gerçeği, en kırığı, en çıplak haliyle yaşandığı o yerde sevmiştim seni. Sen ise gündüzlere karıştın, ben geceye. Hiçbir saat dilimi bizi aynı anda yaşatmıyor artık.

İçimde bir çığlık var, ama sesi yok. Sanki bir yangın çıkmış da dumanı bile görünmüyor. Ben artık susarak bağırıyorum, ve herkes sessizliğimi rahatlık sanıyor. Seninle konuştuğum her iç monolog, şimdi yalnızca duvara çarpıyor. Cevap alamadığım her soru, daha derin bir boşluk kazıyor içime. Ve bu boşluk, senin yokluğunla dolu.

Kırılmış bir saat gibi kalbim; ya hep geri kalıyor ya da duruyor. Zamanı senin gidişinle ölçmeye başladım. “O gün” diye bir tarih var artık bende. Her şey onun öncesi ve sonrası. Ne acı: seni sevmenin zamanla ilgisi yoktu, ama seni kaybetmenin zamanı bile durduracak gücü var.

Tutsaklık… Dışarıdan bakıldığında özgürüm belki ama içimdeki duvarlar çoktan örüldü. Kimse fark etmiyor, çünkü hücremin anahtarını kendi elimle dışarıya fırlattım. Ve o günden beri, kendi içimde hapsoluyorum. Bu da bir tür ölüm belki: yaşarken ölmeyi kanıksamak, var olmayı unutmak.

Anılarla yaşamak, ölülere mektup yazmak gibi. Cevap gelmeyeceğini bile bile yazıyorsun. Seninle olan hiçbir sahneyi unutamıyorum. Hafızam, senden ibaret bir tiyatro salonu. Perde hep açık, ama seyirci yok. Ve oyuncular yalnızca hayaletler.

Baktığım her yüzde seni arıyorum. Bu yüzden kimseye âşık olamıyorum. Çünkü herkes eksik, herkes yabancı. Sen gittin diye dünya yer değiştirdi sanki. Güneş doğmuyor aynı yere. Ay bile farklı batıyor. Ve ben, artık tanımadığım bir evrende senden kalma bir iz sürüyorum.

İsmini zihnimde değil, damarlarımda taşıyorum. Her nabızda, her atışta yankılanıyor. “Gel,” diyor bir tarafım. “Gelme,” diyor diğer yanım. En çok da sessizliğin geliyor sonra. Çünkü sen artık ses bile değilsin; sen, sessizliğin ta kendisisin.

Laflara sığınmak istedim, ama kelimeler yetmedi. Çünkü senin bıraktığın boşluk, dilin tarif edemeyeceği kadar derin. Bazı duygular yalnızca hissedilir; anlatıldığında eksilir. Ve ben seni anlatmaya çalıştıkça, senden biraz daha uzaklaşıyorum.

Ellerimle seni unutmamaya çalışıyorum. Eski bir mektubun kenarına dokunur gibi, hatıranı parmak uçlarımda gezdiriyorum. Ama hatıralar da ihanet ediyor zamanla. Soluyor. Sesin silikleşiyor. Ve ben korkuyorum; bir gün seni unutursam, yaşadığım her şeyin yalan olmasından korkuyorum.

Susuyorum artık. Çünkü senin ardından söylenen her söz, eksik kalıyor. Sana ulaşamayacaksa, sesimin ne önemi var? Sessizlik, belki de son sadakat biçimidir.

Nereye gidersem gideyim, senin yokluğun orada benden önce oluyor. Kapıları sen açmıyorsun belki, ama her oda seni hatırlatıyor. Ve ben, gölgede unutulan biri olarak, hâlâ seni arıyorum.

Özden Çetin

Işığın Uğramadığı Hikâyeler: Bir Yokluğun Güncesi
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Türkiye Aktüel ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.