O kadar mutluydum ki, sanki Muğla’nın tüm insanları sadece bizim sesimiz duyulsun diye susmuştu. Ne garip… Biz de susuyorduk. Yalnızca susuşlarımız konuşuyordu.
Sonu belirsiz, iki yanı yemyeşil otlarla çevrili bu yol önce tanıdık gelmişti gözüme. Oysa çok yabancıydı bu asfalt, bu uzaktan uzağa uçuşan kelebekler… Ama biz yabancı değildik buralara; biz buralara aittik. Birbirimize aittik.
İçimi bir çocuk gülüşü ve ait olma hissi kaplamıştı. İlk kez kendimi ne bir yerde ne de bir kişide yabancı hissetmiyordum. Dudaklarımızın arasında söylenmese de duyulan “seviyorum”larla, nereye gittiğini bilmek istemediğim bu bisikletin üzerinde sadece mutluydum.
Bir yandan düşme korkusu, bir yandan seninle kötü olabilecek her şeye rağmen umursamaz bir cesaret… Kafamı kaldırıp gözlerine bakınca, bakışlarımız birbirine kilitleniyordu. Hangi aydaydık bilmiyorum ama mevsimimiz yazdı. Muğla’ya en çok yakışan mevsim…
Rüzgârı hissediyordum; usulca aramıza girmeye çalışan bir esinti gibi. Bu rüzgârda savrulan saçlarına bakıyor, sonra gözlerin beni çekip alıyordu. Bakışlarımızın sonu gelmeyecekmiş hissi içime mıhlanıyordu. Ve elbette, bir şey ayıracaktı bu uzun bakışlarımızı: bisikletin dengesizce bir sağa bir sola sallanışı…
Mükemmelliyeti yakalamak denilince akla gelen…