Aşk… Şairlerin mısralara döktüğü, filozofların anlamaya çalıştığı, bilim insanlarının ise beyin kimyasallarıyla açıklamaya uğraştığı o büyüleyici duygu. Peki, aşk gerçekten yüce bir his mi, yoksa beynimizin bize oynadığı bir oyun mu?
Biyolojiye bakarsak aşk, dopamin, oksitosin ve serotonin gibi kimyasalların beynimizde yarattığı bir yanılsama. Yani, vücut bir çeşit bağımlılık sürecine giriyor. Kalp atışlarımız hızlanıyor, midemizde kelebekler uçuşuyor ve her şey daha güzel görünüyor. Ancak bir noktadan sonra bu kimyasal etki azalıyor, gözümüzün önündeki pembe perde kalkıyor ve geriye ya derin bir bağlanma ya da sessizce tükenen bir duygu kalıyor.
O halde aşk sadece geçici bir beyin aldatmacası mı? Pek sayılmaz. İnsan sadece biyolojik bir varlık değil; aynı zamanda anlam arayan bir varlık. Aşk, sadece hormonların oyunu olsaydı, yıllarca süren aşklar, vazgeçilemeyen sevdalar olmazdı. Aşk aynı zamanda bir değer arayışıdır. Kendimizi bir başkasının gözlerinde özel ve anlamlı hissetme ihtiyacıdır.
Ama ya aşk biterse? Asıl soru burada başlıyor. Aşk birden bire biter mi? Çoğu zaman hayır. Aşk, bir mum gibi yavaşça erir, ancak biz bunun farkına ancak ışık tamamen söndüğünde varırız. Heyecan kaybolur, sohbetler yüzeyselleşir, dokunuşlar azalır. Onun gülümsemesiyle ısınan kalbiniz artık sıradan bir ritimle atıyordur. Bir zamanlar sabaha kadar konuştuğunuz kişi, şimdi birkaç kelimeyle geçiştirdiğiniz biri olmuştur.
Ve sonra bir gün, aşkın bittiğini anlarsınız. Peki ne yaparsınız? Kimi bu gerçeği reddeder, kimi alışkanlık sanıp devam eder, kimi de cesurca ayrılığı seçer. Ama belki de en doğrusu şudur: Aşkın sadece bir duygu olmadığını, aynı zamanda bir karar olduğunu hatırlamak. Çünkü aşkı ayakta tutan şey sadece kimyasallar değil, aynı zamanda çaba, anlayış ve bağlılıktır.
Aşkın bir oyun mu, bir arayış mı, yoksa bir yanılsama mı olduğuna siz karar verin. Ama ne olursa olsun, aşkı yaşamak cesaret ister. Çünkü aşk, belki de insanın kendini bulma yolculuğundaki en güzel serüvendir.