Her sabah aynı alarm sesiyle uyanıyoruz. Gözlerimizi açmadan el yordamıyla telefonu buluyor, istemsizce sosyal medyada birkaç dakika kayboluyoruz. Sonra hızla hazırlanıp yollara düşüyoruz. İşe gitmek için. Hayır, yaşamımızı sürdürmek için değil, sistemin çarklarını döndürmek için. Başka birinin zenginliğine zenginlik katarken, kendi hayatımızı tükettiğimizi unutarak.
Bize küçük yaşlardan itibaren aynı masalı anlattılar: “Çalış, başarılı ol, iyi bir işe gir, sonra rahat edersin.” Ama kimse çalışmanın ne kadarını bize, ne kadarını başkalarına yarayacağını söylemedi. Şimdi baktığımızda, “rahat bir hayat” dediğimiz şey, günümüzün büyük bir kısmını bir iş yerinde harcamak, akşamları yorgunluktan hiçbir şey yapamadan koltuğa yığılmak, hafta sonlarını da bu yorgunluğu atmak için uyuyarak geçirmekten ibaret.
Peki, gerçekten yaşıyor muyuz? Yoksa bize “kariyer” adı altında süslenmiş bir kölelik mi sunuldu? Unvanlarımız değiştikçe, kartvizitlerimize yeni sıfatlar eklendikçe daha önemli olduğumuzu mu sanıyoruz? Ofisler değişiyor, maaşlar artıyor belki ama özgürlüğümüz azalıyor. Özgürlük, istediğimiz gibi yaşamak değil miydi? O halde neden pazartesilerden nefret eden, cuma gününü dört gözle bekleyen, emekliliği bir kurtuluş sanan mutsuz insanlar topluluğuna dönüştük?
Çalışıyoruz. Daha iyi yaşamak için, daha güzel günler görmek için, kendimize bir hayat kurmak için. Ama çalıştıkça, sanki yaşamak yerine yalnızca hayatta kalmaya başladığımızı fark etmiyoruz. Yetinmek değil, hep daha fazlasını istemek öğretiliyor. Daha büyük maaş, daha yüksek unvan, daha fazla tüketim… Ama kazandıklarımızın karşılığında neleri kaybettiğimizi kimse söylemiyor. Sağlığımızı, zamanımızı, sevdiklerimizle geçireceğimiz anları, bir sahil kenarında yürüyüş yapmanın, bir kitabın içinde kaybolmanın, sabah kahvesini acele etmeden içmenin tadını…
Hayatımız “şu işi de bitireyim, sonra rahatlarım” düşüncesiyle geçiyor. Ama o “sonra” hiçbir zaman gelmiyor. Çünkü sistem hep daha fazlasını istiyor. Daha fazla proje, daha uzun mesailer, daha büyük sorumluluklar… Ve biz, bir gün gerçekten yaşayacak zamanı bulacağımızı sanarak, çalışmaya devam ediyoruz.
Oysa belki de en büyük yanılgımız burada: Yaşam, ertelediklerimizin toplamı değil. Şu an. Şu saniye. Patronlarımız zenginleşirken, biz yorgunluğumuza anlam yüklemeye çalışıyoruz. Ama unutmamamız gereken bir şey var: Çalışmak için doğmadık. Yaşamak için doğduk. Ve yaşamak, işten kalan saatlere sıkıştırılamayacak kadar değerli.
Şimdi kendimize soralım: Gerçekten yaşamak için mi çalışıyoruz, yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz?