Kimi çocuklar süper kahraman olmak ister. Pelerinler, görünmezlik, sonsuz güçler…
Benim kahramanım her daim yalpalayarak yürüyen, ne dediği tam olarak anlaşılmayan ama gözlerinde karanlık bir zeka parıldayan bir korsandı: Kaptan Jack Sparrow.
O aslında bir korsan değil, bir kavramdı.
Sistemin, düzenin, kalıpların içinden taşıp sızan bir akıl, bir bilgelik hali.
Zihni pusulası gibi çalışırdı: kuzeyi göstermezdi ama seni tam da gitmen gereken yere götürürdü.
Yani Jack Sparrow, “deli” gibi görünürken aslında sistemin dışından sistemi okuyan nadir figürlerden biriydi.
Görünüşü dağınıktı. Duruşu alaycı.
Ama içinde müthiş bir bilinç vardı:
Ne olursa olsun özgür kalmak.
Sahip olmadan var olmak. Kuralları öğrenip isteyerek çiğnemek.
Çünkü o, otoritenin karşısına hamasetle değil, zeka ve şakayla dikilirdi.
Ve asıl güzellik şuydu ki;
Kimse ondan bunu beklemezdi.
O yüzden hep kazanırdı.
Jack Sparrow’un asıl gücü bir gemisi ya da mürettebatı olması değildi.
Bazen gemisi yoktu ama hep bir kaptandı.
Çünkü Jack’in kaptanlığı, bir unvandan çok bir tutumdu.
O, karaya vursa bile rotasını arayan biriydi.
Rom şişesinin ardına sakladığı yalnızlıkla baş etmenin yolunu, kahkahasında bulan bir adamdı.
Ve bu yüzden çok insaniydi.
Jack’in pusulası, insanın kendi içgüdülerine duyduğu güveni anlatır bana.
Onun pusulası kuzeyi göstermez, ama arzulara yönelir.
Kendi gerçeğine. Kendi macerasına.
Ve ne zaman yenilmiş gibi görünse, gözlerinde hep bir kıvılcım saklı olurdu:
Jack Sparrow bir kahraman değildi belki. Ama içimizde bastırdığımız özgürlük dürtüsünün, kendimize bile itiraf edemediğimiz kaçma isteğinin ve “ya öyle değilse?” sorusunun somut haliydi.
Ve belki de bu yüzden, çocukken kendimi en çok ona benzetirdim.
Çünkü onunla hayal kurduğumda, hiçbir yere ait olmak zorunda kalmazdım.
Kim bilir, belki bir gün, hepimizin içinde saklı duran o yalpalayan özgürlük kıvılcığı, bir rüzgar bulur da bir yelken şişirir.