Kimi halklar tarihlerini kitaplara yazar, biz türkülerle kazırız taşa. Anadolu’nun her ovası, her deresi, bir türkünün içindedir. Türkü söyleyen insan, aslında kendini değil, bütün bir çağın duygusunu dillendirir.
Yüzyıllar boyunca bu topraklarda sevinç de acı da bağlama teliyle duyuldu. Bir köyün yangını, bir askerin gidişi, bir sevdanın yarım kalışı — hepsi aynı makamda birleşti. Türküler bir “biz” dili kurar; benliği toplulukla örer. Bu yüzden türküler sadece dinlenmez, paylaşılır.
Afyon’un Emirdağı’ndan yükselen hüzün, Kars’ın Aşık Şenlik’inde yankılanır. Ege’nin zeybeğiyle Urfa’nın hoyratı aynı göğün altında ses verir. Her biri kendi coğrafyasının diliyle konuşur: Karadeniz tulumla güler, İç Anadolu uzun hava ile ağlar. Ama her biri bir şekilde “bizimdir”.
Canım Anadolu’mla ilgili yazmış olduğum bir şiirimi sizlerle paylaşıyorum:
Anadolu gibi yüreğim,
Her iz bir acı, umud!
Sayısız aşk, bir yığın emek!
Bir tandır, bir ekmek!
Süphan misali düşlerim,
Her zerresi puslu, karlı,
Yorgun ve ısrarlı ve de ihtişamlı.
Acıyla yoğrulmuş çeltik, toprak.
Büyülü bir ırmak o Kızılırmak.
Acıyla akan, aşkla yağan yağmur,
Dehşet ile kalkan ve sonra solan çiçek.
Ben bir garip Anadolu, sen ise garip bir Tanrı!
Türkülerde zaman donmaz; bir kelimeyle yüzyıllar arası köprü kurulur. “Yâr” dendi mi, hem Osmanlı’daki âşık konuşur hem bugünün kalbi kırığı. Onlar, geçmişin sesiyle bugünün ruhuna dokunan canlı miraslardır.
Fakat bugün, kulağımıza kulaklık takıp türküyü “şarkı listesi”ne sıkıştırdık. Oysa türkü dinlemek, biraz da hikâyesini dinlemektir: kim ağlamış, kim gülmüş, kim dağa çıkmış… Türkü bir ses değil, insanlığın arşividir.
Yine de umut var: her düğünde bir delikanlı “Mihriban” söylerken, her sabah bir teyze “Bülbülüm Altın Kafeste” mırıldanırken, bu kültür yaşamaya devam eder. Çünkü türkü söyleyen halk, kendini unutmaz.
Belki de bize düşen, biraz daha kulak kesilmek — radyoda değil, rüzgârda yankılanan seslere. Anadolu hâlâ söylüyor. Yeter ki biz duyalım.