Dünya sahnesi, artık yalnızca askeri güçlerle değil; veri, teknoloji, üretim gücü ve finansal üstünlükle şekilleniyor. Bu yeni çağın başat aktörleri ise tartışmasız Çin ve Amerika Birleşik Devletleri. Uzun zamandır düşük yoğunluklu bir rekabet içinde olan bu iki süper güç, son yıllarda ekonomik savaşın açık bir evresine geçmiş durumda.
Peki, bu savaş nasıl başladı? Esasında bu, ideolojik bir farklılık kadar, ekonomik modellerin de çatışması. ABD, uzun yıllar boyunca dünya ekonomisinin lideri olarak kalırken, Çin’in yükselişi bu dengeyi bozdu. “Made in China 2025” stratejisi ile Çin, yüksek teknoloji alanlarında küresel bir oyuncu olmayı hedefledi. Bu da ABD’nin ekonomik güvenliği açısından bir tehdit olarak algılandı.
Trump döneminde başlayan ticaret savaşları, uygulanan ağır gümrük tarifeleriyle dikkat çekti. Biden yönetimiyle birlikte yöntemler değişse de yaklaşım aynı kaldı: Çin’in yükselişini frenlemek. Yarı iletkenlerden yapay zekaya, nadir elementlerden tedarik zincirlerine kadar birçok alanda ambargolar, kısıtlamalar ve yatırım yasakları gündeme geldi.
Çin ise bu baskılara karşı “iç pazar odaklı büyüme” stratejisiyle yanıt verdi. Teknoloji alanında yerli üretimi teşvik ediyor, dijital yuan gibi adımlarla doların egemenliğine meydan okuyor. Ayrıca Kuşak ve Yol Girişimi ile Asya, Afrika ve Avrupa’da nüfuz alanını genişletiyor.
Ancak bu savaşın kazananı kim olacak? Net bir cevap vermek güç. Çünkü bu çatışma, klasik bir “galip” mantığıyla sonuçlanacak türden değil. İki ülke de birbirine ekonomik olarak bağlı. Bu yüzden doğrudan bir kopuş değil, stratejik ayrışmalar ve bölgesel ittifaklar üzerinden yeni bir ekonomik denge kuruluyor.
Sonuç olarak, Çin ve Amerika arasındaki ekonomik savaş; sadece iki ülkeyi değil, tüm dünyayı etkileyecek bir paradigma değişiminin habercisi. Türkiye gibi orta ölçekli ülkeler içinse bu gelişmeleri iyi okuyabilmek, doğru stratejik pozisyon almak her zamankinden daha önemli.