Mahalle… Bir zamanlar hayatın en sıcak, en samimi, en güvenli alanıydı. Çocukken sokakta oynarken kimsenin kapısı bize kapalı görünmezdi. Her evin içinde bir yetişkin gözümüzün üzerindeydi. Annelerimiz, babalarımız, komşularımız… Sanki hepimiz ortak bir düzenin parçasıydık. Kimsenin birbirine uzaklaştığı bir hayat yoktu. Çünkü yaşamın nabzı sokakta, kapı önünde, mahalle bakkalında, bir de herkesin birbirini tanıdığı o dar ama anlamı engin çevrede atardı.
Bugün apartman kapısını açtığımda karşılaştığım insanlarla göz göze gelmekte bile zorlanıyorum. Asansörde birkaç saniyelik bir yolculuk bile sanki birbirini tanımayan iki yabancıyı bir arada durmaya zorlayan garip bir test gibi. Oysa eskiden böyle anlarda kısa bir hâl hatır sorulurdu. Yorgunluk yüzlerden okunur, buna rağmen bir tebessüm paylaşmak günlük hayatın doğal bir adımı olurdu.
Şimdi kapımızın önünden geçen sesleri tanımıyoruz. Bazen çocuk kahkahaları geliyor, bazen bir motor uğultusu. Ses var, hareket var, fakat birbirimizi tanımadığımız için bu seslerin hiçbir duygusal karşılığı olmuyor. Sanki hayat, tanıdık yüzlerin yerini sürekli değişen bir kalabalığa bıraktı. Mahalle dediğimiz kavram, anlamını yavaş yavaş ama çok derinden kaybediyor.
Eskinin mahalleleri aslında yalnızca coğrafi bir alan sunmazdı. Birliktelik, dayanışma, paylaşma gibi kavramları içimize yerleştirirdi. Kapı önlerinde sandalyeler açılır, akşam serinliğinde komşular bir araya gelir, günün yorgunluğunu bu kısa sohbetlerde atardı. O sohbetlerde dedikodu da olurdu, dertleşme de… Fakat herkes birbirine bakarken gerçek bir bağ hissederdi.
Bugün şehir planlaması, sitelerin yüksek duvarları, güvenlikli girişler ve kapalı otoparklar, insanları istemeden de olsa birbirinden uzaklaştırıyor. Aynı apartmanda yaşayan aileler aylarca karşılaşmadan yaşayabiliyor. Birbirinin kapısını çalmaya çekinen bir toplum olduk. Kapı ziline basmak neredeyse “rahatsız etmek” gibi algılanıyor. Bu düşünce değişimi, sadece alışkanlıklarımızı etkilemekle kalmıyor; aynı zamanda birbirimize duyduğumuz güven duygusunu da zedeliyor.
Mahallenin ruhu, insanlar arasındaki görünmez bağlardan oluşurdu. Bu bağlar sayesinde bir çocuğun başına bir şey gelse sokaktaki herkes onu korurdu. Bir yaşlı komşu günlerce görünmese herkes merak ederdi. Yalnızlık hissi o kadar güçlü değildi, çünkü yalnız yaşasan bile çevrende seni tanıyan birileri olurdu. Şimdi aynı apartmanda yaşayan bir kişinin günlerce ortalarda görünmemesi çoğu zaman fark edilmiyor. Modern hayatın hızlı akışı, insanların birbirine vakit ayırmasını zorlaştırıyor. Fakat asıl kayıp zamanın hızında değil, ilişkilerin zayıflamasında.
Bir zamanlar bakkallar mahalle kültürünün kalbiydi. Orası sadece alışveriş yapılan bir yer olmazdı; bakkal aynı zamanda kimlerin taşındığını bilir, kimin neye ihtiyacı olduğunu fark ederdi. Bir ihtiyacın varsa “yaz deftere” denirdi. Bu, sadece bir ödeme kolaylığı değil, güvenin bir göstergesiydi. Bugün marketlerin soğuk rafları arasında insanlar birbirine bakmadan dolaşıyor. Kasada çalışan kişi, alışveriş yapan kişi, paket taşıyan kişi… Hepsi aynı anda aynı yerde bulunuyor fakat aralarında hiçbir bağ oluşmuyor.
Elbette hayat değişiyor, şehir büyüyor, insanlar farklılaşan koşullara uyum sağlıyor. Fakat değişim, bağlarımızı tamamen koparmak zorunda mı? Mahalle kültürünün kaybolması aslında sadece bir yaşam biçiminin dönüşmesi anlamına gelmiyor; aynı zamanda toplumsal hafızanın da zayıflaması anlamına geliyor. Çünkü mahalle, sadece evlerin dizildiği bir alan değildi; hatıraların, dostlukların, dayanışmanın filizlendiği bir ortamdı.
Şimdi bu kaybolan dokuyu yeniden kurmak mümkün mü? Belki eski hâline dönmesi kolay olmaz, fakat en azından temel bağları yeniden oluşturabiliriz. Asansörde karşılaştığımız kişiye hafif bir gülümseme, küçük bir selam, bazen günün ruhunu değiştirecek kadar kıymetli olabilir. Komşumuzun adını öğrenmek, apartman toplantısına bir kez olsun katılmak, ihtiyacı olan birine küçük bir yardım sunmak… Tüm bunlar küçük görünür ama toplumsal hafızayı yeniden canlandırma gücüne sahiptir.
Mahalle kültürü kayboldukça insanlar daha içine kapanık, daha yalnız bir hayata sürükleniyor. Oysa hepimiz, hayatın karşımıza çıkardığı zorluklarla baş ederken yanımızda bir omuz arıyoruz. O omuz, bazen hiç beklemediğimiz bir komşudan gelebilir. Belki de kaybettiğimizi düşündüğümüz sıcaklık, hâlâ bir yerlerde bizi bekliyordur. Tek yapmamız gereken, kapımızın eşiğini bir adım kadar aşmak.
Mahallenin ışıkları eskisi kadar parlamasa da o ışığın kaynağı hâlâ biziz. Birbirimize yaklaşmayı seçersek, aynı çatı altında yaşamak yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkar; yeniden bir “birlikte yaşam” deneyimine dönüşür. Bu da en azından hayatımıza daha çok insanlık, daha fazla sıcaklık katar.
Bugün, bunaltıcı şehir kalabalığı ve beton yığınlarının gölgesinde, en temel gereksinimimiz, bir komşuya içtenlikle ulaşıp halini hatırını sorabilmekten başka bir şey değildir. Çünkü hayattaki en köklü ve en görkemli değişimler dahi, en mütevazı ve samimi bir merhabada gizlidir.
Saygılarımla.
Sayın Kuşcu,
Yazınız, kaybolduğunu sandığımız ama aslında hala içimizde bir yerlerde yaşayan mahalle ruhunu son derece içten, duru ve etkileyici bir dille hatırlatıyor. Özellikle küçük bir selamın, bir gülümsemenin, bir merhabanın ne kadar dönüştürücü olabileceğini hatırlatmanız, okuyan herkes için sade ama etkili bir davet niteliğinde.
Kaleminize ve duyarlılığınıza sağlık.
Sayın M Kuşcu,
Kaleme aldığınız yazı, kaybolan mahalle ışığını yeniden yakmak isteyen herkes için güçlü ve umut dolu bir ses olmuş. Samimiyeti, gözlem gücü ve duygusal derinliğiyle okuru geçmişe götürürken bugünü de sorgulatıyor.
Kaleminize ve emeğinize sağlık…