Bizler geceyi kendine sırdaş bilmiş kişileriz. Aslında hikâye bu şekilde başlamıyor. Evet geceye aitiz ama bu aitliğin farkına varmak çok zamanımızı aldı. Farklı bedenlerde, objelerde hatta ruhlarda bile kısaca birçok şeyde bu aitliği aradık. Önce annemize sığındık. Olması gereken de buydu değil mi? Sonuçta aynı bedende bir bütün olarak yaşayabildiğimiz tek canlı onlardı. Duygularımızı, düşüncelerimizi hatta bizi bile bizden daha iyi bildiklerini varsayıyorduk. Ve bu varsayımlar da onları bizim için bir sığınak noktası ya da kendimizi bütün olarak görebildiğimiz bir ayna yaptı. Sonrası ise hep bildiğimiz gibi devam etti. Duygularımız değişti ama sığındığımız liman hep aynı kaldı. Bazen kahkahalarla gelip en güzel anılarımızı anlattık bazen de ağlamaktan bitap düşmüş bir vaziyette kanatlarının altına sığınıp sakinleşmeyi bekledik. İşin garip tarafı ise hiç konuşmamıza gerek dahi duymamamızdı. Çünkü kelimeler bazen duygularımızı anlatmak konusunda çok yetersiz kalıyordu. Biz de sessizliğimizle,gözyaşlarımızla ya da bakışlarımızla anlatmayı tercih ettik. Anlattık da anlaşıldık da. Fakat yaş almaya devam ettikçe bu sığınak noktası da yetersiz gelmeye başladı. Sonuçta insanoğlu kendisine bile anlatamadığı gerçeklerle savaşıyordu. Bu gerçeği ise bir gece yarası yatağımızda kendi gözyaşlarımızda boğulurken fark ettik. Uzun süre, kendimizi hapsettiğimiz bu dört duvar arasında bir çıkış noktası aradık. Ya da kaçış mı demeliydim? Çünkü bizler etrafımızı saran ve bizi etkisi altına alan kendi gerçeğimizden kaçmaya çalışıyorduk. Fakat bu kaçış çok uzun sürmedi. Sadece bir iki adım ilerimizdeki çalışma masamıza kadar. Sonrası ise yeni bir tutsaklık. Fakat bu sefer bir kağıt ve bir kaleme.
KELİMELER KİFAYETSİZ KALIYOR
Zaman ilerledikçe sahip olduğumuz sığınak noktası da değişiyordu. Önce annemizdi şimdi ise bir kağıt ve kalem . Fakat değişen sadece kendimize ait hissettiğimiz sığınak noktamız değildi. Bununla birlikte kendimizi ifade ediş şeklimiz de değişiyordu. Artık sadece kelimeler ve biz vardık. Evet aslında en zoru da buydu. Neden mi? Çünkü daha önce de dediğim gibi duyguları sadece kelimelerin gücüyle ifade etmek oldukça zordu. Mesela öyle bir an oluyorduki kelimeler bunu anlatmak için kifayetsiz kalıyordu. Acı da bu anlardan birisiydi.
Canın acır, öyle ki artık gözyaşların bile akmaz. Konuşmak istersin, içindeki bu acının gözyaşlarınla değil de öfkenle vücut bulmasını. Fakat kelimeler öyle bir ağırlık yaparki konuşmayı ya da bağırıp çağırmayı geçtim nefes alırken bile canın acır. Yutkunmak mı? Daha önce hiç bu kadar zor olmamıştı. Sonra bu kafa karışıklığının , acının arasında bir de kendine üzülürsün. Kaybettiğin kendine. Ve o an masanın üzerindeki kağıt ve kalem görüş açına girer. Uzun zamandır yattığın yatağından kalkıp yürümeye çalışırsın, uyuşmuş bacaklarına inat. Her bir adımın biraz daha canının acımasına neden olur fakat fiziksel olarak hissettiğin bu acı ruhsal olarak hissettiğin acının yanında bir hiçtir. Bu yüzden fiziksel olarak hissettiğin acıyı da umursamazsın. Çünkü bilirsin ayaklarını sürüye sürüye gittiğin bu masadan daha sağlam adımlarla kalkacaksın. Sonra alırsın eline kalemi bomboş bir sayfaya büyük harflerle “CANIM ACIYOR, ARTIK DAYANAMIYORUM” yazarsın , sonra dönüp yazdığına bakarsın ve kendi kendine şunu dersin:” Benim acım bu kadar hafif değil ki.” Oysa sen o cümleyi gözyaşlarınla kurmuştun. Fakat geriye sadece bu 4 kelime kaldı. Gözyaşların akıp gitti. Sonra yazdığın bu cümlenin üzerini çizip sadece ” YORULDUM” yazarsın fakat bu da acını anlatmak için yetersizdir. Bu şekilde kendini ifade etmek için üstü çizilmiş birçok cümle kurarsın. Oysa bunlardan geriye sadece üstü çizik kelimelerin bulunduğu bir sayfa kalacaktır. Acın ise bir milim bile yerinden oynamayacaktır. Ve işte o an acı bir gerçek daha yüzüne çarpar. Ve bundan daha acısı ise dilinden dökülür:” Oysa gözlerime baksalar acımı anlarlardı.”
GECEYE AİTİZ
Şimdi zaman, mekan ya da kişi farketmeksizin herkesi kanatları altına alıp onların bütün acılarına kucak açan, sessizliği ile onların sessizliğine eşlik eden, karanlığı ile gözyaşlarını saklayan ve yıldızları ile hepsinin gönlüne umut tohumları eken gökyüzüne bakıyorum. Kendi karanlığımı aldığım, en büyük sırdaşım yapıp ait olduğum gökyüzüne. Bizler geceye ait olanlar en büyük acıları yaşayıp,yaşadığı bütün acıları kendi karanlığına gömen kişileriz. Kendi karanlığından kaçıp yine kendi karanlığına mahkum olan kişiler.
Hayat sonu gözükmeyen bir okyanustu. Bizlerde bu okyanustaki başı boş hareket eden geminin kaptanı. Okyanus her zaman sakin değildi. Bazen fırtına çıkardı bazen tsunami bazen de hortum. Bu ekstrem olaylar karşısında ise kaptanı olduğumuz gemiyi hep farklı limanlarda durdururduk. Bazen çok hasar aldığımız için verdiğimiz dinlenme süresinin de zamanı değişiyordu tabii ki. Süre arttıkça da toparlanıp tekrar hareket etmek çok zor oluyordu. Fakat her şeye rağmen tekrar ait olduğumuz okyanusa dönüyorduk. Dönmek zorundaydık. Ta ki ait olduğumuz limanı buluncaya dek. Ve ben kaptanı olduğum bu geminin ait olduğu limanı buldum. Şimdi ise ait olduğum limanda ait olduğum gökyüzünün altındayım.
Bizler geceye ait olanlar birçok sığınak noktasından sonra aslında bütün bu süre zarfında zaten olmamız gereken o limanda bulunduğumuzdan habersiz yaşadık. Buna rağmen yine gelip herşeyi karanlığa haykırdık. Çünkü biz farkında olmasak bile bedenimiz ve zihnimiz nereye ait olduğumuzu biliyordu.
Peki ya sen, sen nereye aitsin?