İnsan ilişkilerinde güven duygusunun kökeni, genellikle ilk bağlandığımız kişiyle kurduğumuz ilişkiye dayanır. John Bowlby’yi etkileşimsel psikolojiye taşıyan, gelişimsel ve evrimsel temelleri olan bağlanma kuramıdır: çocuk davranışları, sadece beslenmeye değil, aynı zamanda duygusal güven ve korunmaya da yöneliktir. Mary Ainsworth’un “Strange Situation” deneyleriyle tanımladığı üç bebek bağlanma stilinin yetişkin ilişkilerine nasıl yansıdığını anlamak, içsel çalışma modellerimizin (internal working models) nasıl oluştuğunu ve hayat boyu süren ilişki kalıplarını nasıl etkilediğini gösterir. Bu yazıda, bağlanmanın temel teorik altyapısından başlayarak yetişkinlikteki bağlanma stillerine ve bu stillerin psikolojik etkilerine kadar uzanan bir yolculuğa çıkarak, insan doğasının bu temel parçasını keşfedeceğiz.
John Bowlby’nin 1969’da geliştirdiği Bağlanma Teorisi, insanın en temel ihtiyacının güvenli bir ilişki kurmak olduğunu öne sürer. Mary Ainsworth’un “Yabancı Durum Testi” ise bu ilişkinin dört temel biçimini gözler önüne serer: güvenli, kaygılı/kararsız, kaçıngan ve dağınık bağlanma. Akademik metinlerde bu kavramlar çoğu zaman soğuk bir terminoloji gibi görünse de, aslında her biri hayatın içinden hikâyelerle yaşayan canlı bir gerçektir.
Bir çocuğun ilk kucağa bırakılış anı, ömrünün bütün haritasını sessizce çizer. Anne kolları yalnızca süt taşımaz; güvenin, aidiyetin ve “var olma” duygusunun da kaynağıdır. Psikolojide “bağlanma kuramı” diye andığımız bu teorem, aslında hepimizin yaşamının görünmeyen omurgasıdır. İnsanın hayatta kalmak için en temel ihtiyacı, bir başkasına bağlanabilme kapasitesidir. Ama işte mesele de tam burada başlar. Bazılarımız için bu bağ, sağlam bir köprüye dönüşür. Bazılarımız içinse çatlaklarla dolu bir zemin.
İlk bağlanma stilimiz “kaçıngan bağlanma” yani “yaklaştıkça geri çekilen” bireyler.
Kaçıngan bağlanan kişiler, görünürde güçlü, bağımsız ve mesafeli görünürler. Oysa araştırmalar onların stres altında daha yüksek kortizol seviyeleri yaşadığını göstermektedir. Yakınlık onlara iyi gelir ama aynı zamanda panikletir. Onlar için aşk, yaklaşmaya çalışırken aynı anda geri çekildikleri bir dans gibidir. Yalnızlığı bir savunma mekanizması hâline getirir, duygusal yakınlıktan kaçtıkça daha fazla yalnızlaşır.
Bir danışanım vardı, Murat. Gözleri çoğu zaman uzaklara kayıyor, parmakları masanın kenarına hafifçe vuruyor. Konuştuğunda kelimeler kısa, mesafeli: “Ben kimseye muhtaç değilim.” Duygularını saklaması, kaçıngan bağlanmanın görünmez kalkanıydı.
Çocukluğuna baktığımızda, Murat’ın bu mesafesi anlaşılır hale geliyor. İhtiyaç duyduğunda yanında kimse yoktu; kucağa alınmadı, ağladığında duyulmadı. Ona öğretilen şey güvenmek zayıflıktır. Bu öğreti, yıllar boyunca bir ritüel gibi tekrarlandı ve Murat, samimiyetle yüzleşmekten kaçınmayı öğrendi.
Brennan, Clark ve Shaver’ın çalışmalarında da görüldüğü gibi, kaçıngan bağlanan bireyler bağımsızlıklarını abartır ve yakınlık kurmaktan çekinir. Ama Murat’ın sessizliği, yalnızca bir savunma mekanizmasıdır. İçten içe, en çok sarılmaya, en çok bir güvenli el aramaya muhtaçtır; ama bunu kendi sınırlarına zarar vermeden göstermeyi henüz öğrenememiştir.
Psikoloji kliniklerinde en çok rastlanan vakalardan biri de “kaygılı bağlanma” yani “hep gitmesinden korktuğum ” ile yaşayan bireylerdir.
Benlik algısı olumsuz, başkalarıyla ilgili algısı ise olumludur. Dolayısıyla sürekli onaylanma ihtiyacı duyarlar, terk edilme korkusu yoğun yaşanır. Brennan ve arkadaşlarının geliştirdiği ECR ölçeği, bu bireylerin kaygı boyutunda yüksek skor aldığını göstermiştir
Düşünün; Sevil, her mesajına geç cevap veren sevgilisinin onu terk edeceğine inanıyor. Uykusuz geceleri, bitmek bilmeyen “ya giderse?” kaygısıyla dolu. Çocukluğunda annesi sık sık iş gezilerine çıkmış, babasıyla bağ kuramamış. Küçük bir kız çocuğunun “anne, beni unutma” fısıltısı, yetişkinliğinde bir erkeğin omzuna yükleniyor.
Bir başka vakada ise bambaşka bir hikâye vardı: Üniversite öğrencisi genç bir adam, sevgilisi bir gün mesajına geç cevap verdiğinde panik atak benzeri bir kriz yaşamıştı. Çocukluğuna indiğimizde, sürekli iş seyahatinde olan ve her gidişinde vedasız kaybolan bir baba figürüyle karşılaştık. Bu, kaygılı bağlanma stilinin klasik örneğiydi. Hazan ve Shaver’ın 1987’deki çalışmaları da gösterir ki, bu bireyler yetişkin ilişkilerinde “terk edilme” ihtimaline aşırı duyarlıdır.
Kaygılı bağlanma yaşayan kişiler ilişkilerinde yoğun yakınlık arayışı içinde olurlar. Cassidy & Shaver’ın meta-analiz çalışmaları bu kişilerin ayrılık kaygısını diğer bağlanma stillerine göre çok daha yüksek yaşadığını ortaya koyar. Bu bağlanma türü, sevgiyi bazen bir kelepçe, bazen de nefes alınamayan bir kafes hâline getirir.
Diğer bağlanma stilimiz; “korkulu-kaçınan” bir diğer adıyla “düzensiz, dağınık” yani “karmakarışık bir yara” da diyebiliriz.
Bu bireyler, ilişkilerde gel-git yaşar, bir yandan yakınlaşmak isterken bir yandan korku ve güvensizlikle geri çekilir. Hem kendine hem başkalarına olumsuz bakan bireylerdir. Yakınlık arzusu ve güvensizlik arasında gelgit yaşarlar. Çocuklukta travmaya maruz kalan bireylerde sık görülür. Marinus van IJzendoorn’un meta-analiz çalışmaları, bu stilin özellikle travmatik aile öyküsü olan çocuklarda yüksek oranda görüldüğünü ortaya koymuştur.
Bir vakamdan bahsedeceğim. Seans odasına girdiğinde dahi ayakları geri giden Elif. Çocukken şiddet görmüş, aynı zamanda zaman zaman korunmuştu. Yani aynı kişi hem korku hem de güven kaynağı olmuştu. Bu ikilem, yetişkinlikte de sürdü: Hem yakınlık istiyor hem de yakınlaşmaktan korkuyordu. Sevgilisi sarıldığında huzur buluyor ama birkaç dakika sonra boğulmuş gibi hissediyordu.
Son bağlanma stilimiz; “güvenli bağlanma” yani “sığınılan liman” da diyebiliriz.
Kendisine ve başkalarına dair olumlu algıya sahip bireylerdir. Yakınlıktan korkmaz, destek vermeye ve almaya açıktır. Araştırmalar, güvenli bağlanan kişilerin hem daha yüksek ilişki doyumuna hem de daha güçlü stresle başa çıkma becerilerine sahip olduğunu gösteriyor. Bu kişiler Yüksek benlik saygısı, sağlıklı sınırlar, empati, esnek problem çözme becerileri geliştirir.
Bir danışanım vardı, Ayşe. üniversite yıllarında tanıştığı eşine hâlâ “en yakın arkadaşı” diyebiliyor. Kavga ettiklerinde bile birbirlerini kaybetme korkusu yaşamıyorlar. Çünkü çocukken, ağladığında annesi yanında olmuş, başarısızlıklarında babası “sen denedin, ben gurur duyuyorum” demiş. İşte güvenli bağlanma böyle inşa edilir.
Onlar, annesinin gözlerinde güvenle büyüyen çocuklardır. Bir kavganın ortasında bile “biz bunu çözeriz” diyebilen yetişkinlerdir. Cassidy ve Shaver’ın geniş kapsamlı derlemeleri, güvenli bağlananların daha tatmin edici ilişkiler kurduğunu, krizlerde daha dayanıklı olduklarını ortaya koyar. Onların hikâyesi, insanın sevildiğini bilerek büyümesinin ne kadar güçlü bir zemin yarattığının kanıtıdır.
Bowlby’nin ardından Mary Ainsworth’un geliştirdiği “Yabancı Durum Testi”, aslında bu senaryoları bilimsel bir sahneye taşır. Bebek, anneden ayrıldığında ve yabancıyla baş başa bırakıldığında verdiği tepkiler; yetişkinlikteki ilişki kodlarımızı anlamanın anahtarıdır.Çocuğun ağlayışı, annenin dönüşüne verdiği tepki, sarılıp sarılmaması… Hepsi ileride kuracağımız ilişkilerin sessiz provasından başka bir şey değildir.
Bağlanma, sadece bireysel hikâyemizi değil, toplumsal yaralarımızı da açık eder. Çocuk esirgeme kurumlarında büyüyen çocukların çoğunda görülen “dezorganize bağlanma” stili, travmaların gölgesinde gelişir. Bir çocuğun hem sevgiye muhtaç hem de korktuğu kişiye bağımlı kalması, psikolojinin en trajik düğümlerinden biridir. Bu düğüm, yıllar sonra şiddete eğilim, madde bağımlılığı ya da derin yalnızlık olarak yeniden karşımıza çıkar.
Ve işin acı tarafı şu: Çocukken hangi hikâyeyi yaşadıysak, yetişkinlikte de çoğu kez o hikâyeyi tekrar ederiz. Sevilmemekten korkanlar, hep sevgisiz insanlara tutulur; terk edilmekten korkanlar, hep yarım kalan ilişkilerin peşinden gider. Bağlanma stilleri, yalnızca psikolojinin laboratuvarlarında değil, sokakta, evlerde, aşk mektuplarında, boşanma davalarında ve sessiz ağlayışlarda karşımıza çıkar.
Bağlanma stilleri, değişmez bir kader değildir. Terapi, bilinçli farkındalık çalışmaları ve güvenli ilişkiler, bağlanma örüntülerinin dönüşümünde etkili olur. Psikoterapi alanındaki bulgular, bireyin bağlanma stilinin yaşam boyu daha güvenli bir çizgiye doğru evrilebileceğini göstermektedir.
Örneğin, kaygılı bağlanan bir birey partneriyle “ayrılık ritüelleri” geliştirerek terk edilme korkusunu yatıştırabilir. Kaçınan bağlananlar içinse duyguları adım adım ifade etmeyi öğrenmek, yakınlığı tehdit değil güven olarak algılamayı mümkün kılar.
Bir köşe yazısının sınırları, bu kadar derin bir mevzuyu kuşatmaya yetmez belki. Ama yine de hatırlamak gerekir: Bağlanma bir kader değildir, bir başlangıçtır. Çocuklukta kurulamayan köprüler, terapiyle, sağlıklı ilişkilerle, şefkatle yeniden inşa edilebilir. Çünkü insanın içindeki çocuk, bir gün mutlaka güvenli bir kucak arar.
Son sözü, Bowlby’ye bırakalım: “İyileşme, güvenebileceğimiz yeni bağların içinde mümkündür.” Ve belki de hepimizin en büyük görevi, birbirimizin köprülerini onarabilmektir.