İnsan özgürlük ister. Bize böyle öğretildi. Tarih boyunca krallar devrildi, duvarlar yıkıldı, bayraklar dikildi, kanlar döküldü hep aynı uğurda: Özgürlük. Ama gerçekten özgür olmak istiyor muyuz? Yoksa yalnızca bize verilmiş zincirleri seviyor, onları çıkarınca ne yapacağımızı bilemediğimiz için onlara daha da mı sıkı sarılıyoruz?
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’daki o meşhur adamı, özgürlük üzerine ne demişti? İnsan akılla hareket etmez. İnsan, mutlak mutluluğu bulsa bile, ona bir tekme atar ve kaosa geri döner. Çünkü insan yalnızca mantıkla değil, tutkularıyla, gururuyla, sırf isyan etmek için isyan etme arzusuyla yaşar. Ona camdan bir saray ver, kusursuz bir dünya yarat, ne yapacaktır? Bir taş alıp ilk fırsatta o camı kıracaktır. Çünkü özgürlük, insana verilmiş en ağır yüktür. İnsan, ne yapacağını bilemediği bir özgürlükle baş başa kalmaktansa, emir almayı, yönlendirilmiş olmayı tercih eder.
Bugün de farklı bir noktada değiliz. Sadece emirleri verenler değişti. Artık buyruğu hükümdarlar değil, algoritmalar veriyor. Zincirleri demirden değil, kredi kartı limitlerinden, ekranlardan, gündem dayatmalarından örüyoruz. Bize “seçme şansı” sunuluyor ama gerçekte hep aynı çemberin içinde dönüp duruyoruz. Her sabah aynı telefon bildirimleriyle uyanıp, aynı sosyal medyada öfkelenip, aynı reklamlara maruz kalıyoruz. Özgürlüğü sandığımız şey, önceden belirlenmiş seçenekler arasında gezinmekten ibaret.
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ındaki Pierre Bezuhov gibi, sürekli anlam arayışında olanlar ise toplum tarafından “tuhaf” ya da “uyumsuz” olarak görülüyor. Çünkü sistem, sorgulayan insanı sevmez. Pierre gibi biri, günümüz dünyasında yaşasa, belki bir psikiyatri raporu alır, antidepresanlarla susturulur, yahut sahte bir idealin peşine sürüklenirdi. Fakat sorgulamayanlar huzur içinde mi? Elbette hayır. Ivan İlyiç, hayatı boyunca toplumun ona biçtiği rolleri oynadı ve ölüm döşeğinde fark etti: Yanlış yaşamıştı. Şimdi soralım, kaç kişi gerçekten “doğru” yaşıyor?
Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi, kendini özgür sandığı an en büyük tutsaklığı yaşayan, vicdanında boğulan ruhlarla dolu etrafımız. Çünkü özgürlüğün bedeli ağırdır. Kimse ona sahip olmak istemez. İnsanlar özgürlük naraları atar ama gerçekten özgür olduklarında ne yapacaklarını bilemezler. Çoğu kişi için özgürlük, sadece daha büyük bir kafesin kapısını açmaktan ibarettir.
Soru hâlâ ortada: Gerçekten özgürlüğü mü istiyoruz, yoksa ona dair tatlı yalanları mı? Eğer zincirlerimizi gerçekten çözebilseydik, onlarsız yürümeyi bile becerebilir miydik?
Ya da zincirleri çözebilseydik onları tekrar takmak için uğraşırmıydık?