Eskiden insanların birbirine ayıracak zamanı vardı. Bir dostun derdi dinlenir, bir komşunun yüzündeki yorgunluk fark edilirdi. Şimdi ise herkesin gözü bir ekranda, kulağı bir bildirimde. Sanki hepimiz görünmeyen bir maratona sokulmuş gibiyiz. Koşuyoruz ama nereye, niye koştuğumuzu çoğu zaman bilmiyoruz. En acısı da, bu koşuşturma içinde birbirimizi duymayı, anlamayı ve hissetmeyi unuttuk. Başkasının halinden anlamak, Empati, artık bu çağın en büyük lüksü.
Modern toplumun en belirgin özelliği hız. Her şey hızlı: iletişim, tüketim, hatta duygular bile. Birine kırılıyoruz ama hemen geçiyor; biriyle seviniyoruz ama o da uzun sürmüyor. Duygular bile tıpkı anlık mesajlar gibi: gelir, okunur ve unutulur. Bu hızın içinde karşımızdakini hissetmeye yer kalmadı. Çünkü bu hissetme çabası yavaşlık ister. Düşünmeyi, beklemeyi, anlamayı gerektirir. Ama biz beklemeyi unuttuk.
Yorgun toplum sendromu tam da burada ortaya çıkıyor. İnsanlar fiziksel olarak değil, ruhsal olarak tükenmiş durumda. Sabah işe giderken trafikte sinirlenen, akşam eve dönünce sessizliğe gömülen milyonlarca insan… Her biri aslında içten içe bir şeylerin eksik olduğunu hissediyor ama adını koyamıyor. O eksik şey çoğu zaman, birbirimize gösterdiğimiz şefkat ve anlayış.
Birbirimizi anlamak yerine, yargılamayı seçiyoruz. Sosyal medyada, iş yerinde, sokakta… Herkesin bir fikri var, ama kimse kimseyi dinlemiyor. Dinlemek artık zahmetli bir eylem. Çünkü dinlerken, karşımızdakinin acısına dokunma ihtimali var. O acıya dokunmak demek, kendi içimizdeki yaraları da hatırlamak demek. O yüzden uzak duruyoruz. “Benim de derdim var” cümlesi, insanlık bağının önüne örülmüş bir duvar gibi duruyor.
Modern yaşamın getirdiği konfor, aslında bizi duygusal olarak köreltti. Her şeye kolayca ulaşıyoruz ama duygularımıza ulaşmak zorlaştı. Bir mesajla özür dileyebiliyor, bir emojinin ardına sevgi saklayabiliyoruz. Gerçek temas, gerçek göz teması, gerçek bir sessizlik neredeyse kalmadı. İnsan ilişkileri, hızlı tüketilen birer alışkanlığa dönüştü.
Bu durumun kökünde sürekli bir “yetişme” hali var. Yetişmemiz gereken işler, toplantılar, hedefler, borçlar, beklentiler… Tüm bunların arasında, birinin “nasılsın?” sorusuna içtenlikle cevap verecek hâlimiz kalmıyor. Hatta çoğu zaman o soruyu bile sormuyoruz. Çünkü cevabını duymaya vaktimiz yok.
Karşılıklı anlayış eksikliği, bireysel ötesi, toplumsal bir mesele haline geldi. İnsanların birbirine tahammülü azaldı. Trafikte, markette, hastanede, her yerde öfke patlamaları… Çünkü herkesin sinir uçları açıkta. Kimse dinlenmemiş, kimse anlaşılmamış. Herkes kendi hikayesini bağırarak anlatmaya çalışıyor, ama kimse kimseyi duymuyor.
Toplumun en bariz hali: Dışarıdan sakin görünen ama içten içe acı çeken, yardım feryatları duyulmayan insanlar. Herkes bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyor ama kimse tam anlamıyla yaşamıyor. Uyuyoruz ama dinlenemiyoruz. Gülüyoruz ama sadece içten gelmiyor. Görüyoruz ama fark etmiyoruz. İnsaniyetimiz, işte bu gri dünyanın içinde solmuş bir çiçek gibi kaldı.
Peki, bu duygusal tükenmişlikten nasıl çıkabiliriz?
Öncelikle farkına varmakla başlıyor her şey. Kendimizin de, karşımızdakinin de insan olduğunu hatırlamakla. Mükemmel olma arayışından ve o bitmek bilmeyen her şeye yetişme telaşından artık biraz vazgeçmeliyiz. Belki bir adım geri çekilmek, biraz olsun yavaşlamak. Çünkü bazen bir insanı anlamak için sadece susmak ve dinlemek yeterlidir.
Başkasını anlama yeteneği, aslında öğrenilebilen bir şey. Ama öğretilmiyor. Okullarda matematik, tarih, dil bilgisi öğretiliyor ama kimse “birini anlamak” üzerine ders vermiyor. Oysa en büyük toplumsal gelişme, insanın insanı anlayabilmesinden geçiyor.
Birinin gözlerinin içine bakmak, ne söylediğini dışında, ne hissettiğini anlamaya çalışmak… Belki de en eksik kaldığımız yer burası. Çünkü artık göz göze gelmek bile zor. Herkesin gözü telefonda, yüzler ekran ışığına dönük. Dijital yakınlık, duygusal uzaklığı doğurdu.
İnsani sıcaklığı hayatımıza geri çağırmak istiyorsak, önce kendimize o merhameti göstermeliyiz. Kendi yorgunluğumuzu kabul etmek, kendi kırılganlığımızı saklamamak… Çünkü kendini anlamayan, başkasını anlayamaz. Biraz içe dönmek, biraz durmak, biraz hissetmek… Bu kadar basit ama bir o kadar da zor.
Belki de modern toplumun en büyük paradoksu burada yatıyor: Her şeyin bilgisine sahibiz ama hissetmeyi unutuyoruz. Başkasını anlama çabası, duygusal bir zekâ göstergesi değil sadece, aynı zamanda bir vicdan meselesi. Başkasının hikayesine kulak vermek, kendi insanlığımızı hatırlamak demek.
Zaman zaman durup düşünmek gerekiyor: Ne ara bu kadar duyarsız olduk? Ne ara birinin yorgun bakışını görmez olduk? Ne ara bir çocuğun gözyaşı bize sıradan geldi? Cevap aslında basit ama acı: Çünkü hepimiz çok yorulduk. Bu yorgunluk, bedensel ötesi bir ruhsal yorgunluk. İnsanlığın yorgunluğu.
Yorgun toplum sendromu, anlama eksikliğinin hem sebebi hem sonucu. Yoruldukça uzaklaşıyoruz, uzaklaştıkça daha çok yoruluyoruz. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu, birbirimize yeniden yaklaşmak. Birinin elini tutmak, bir gülümsemeyi karşılıksız vermek, birini dinlemek… Küçük ama gerçek dokunuşlar.
Belki de yeniden insan olmanın yolu, basit bir “anlama” çabasından geçiyor. Çünkü anlamak, iyileştirir. Dinlemek, bağ kurar. Hissetmek, yeniden canlandırır.
İnsana yakınlık, yani empati, lüks değil, unuttuğumuz bir gereklilikti. Ve onu yeniden hatırladığımız gün, bu yorgun toplum biraz olsun dinlenecek.
Saygılarımla.
Sayın M Kuşcu,
Duyguları böylesine güçlü ve akıcı bir dille ifade etmeniz takdire değer. Yazınız düşündürücü ve insanın iç dünyasına dokunan bir nitelik taşıyor. Kaleminize ve emeğinize sağlık…
Sayın Kuşcu,
Yazınızda insanın iç dünyasında yaşadığı kırılmaları, empati yoksunluğunu ve toplumun giderek artan ruhsal yorgunluğunu anlatışınız gerçekten etkileyici. Cümlelerinizdeki samimiyet, hayatın içinden gelen gözlemleriniz ve insana dokunan hassasiyetiniz okuyan herkes için adeta bir ayna niteliğinde. Unuttuğumuz değerleri hatırlatan, insanı hem düşündüren hem de içsel bir yolculuğa çıkaran bir metin olmuş. Sadece okunup geçmiyor; zihinde iz bırakıyor, yüreğe dokunuyor.
Kaleminize, emeğinize ve yüreğinize sağlık.