Bazı anlar vardır; insan kendi içine doğru, kimsenin bilmediği bir yola yönelir. Dışarıdan belli olmaz, yüzünde bir değişiklik yoktur, konuşması aynı, yürüyüşü aynı… ama içeride hafif bir kıpırtı belirir. Adını koymak zor bir kıpırtı. Sanki yıllardır kapalı duran bir kapı, kimseye haber vermeden ve neredeyse mahcup bir edayla aralanır. Ne ses çıkar ne de gıcırtı. Sadece derin ve belli belirsiz bir hareket hissi… İşte o anda insan anlar ki, bazı kapılar açılmak için değil, unutulduğunu sandığı bir şeyi hatırlamak için vardır.
Bu insanın kendine bıraktığı bir izdir. Kimsenin fark etmediği, tam adını bulamadığı ama yalnızca sahibine konuşan bir iz. Hayatın gürültüsü arasında gözden kaçan, zamanın en tenha köşesinde saklanan bu iz çoğu zaman hafif bir sızı olarak geçiştirilir. Oysa insanı en çok değiştiren şey tam olarak bu hafifliğin kendisidir. Ne yok sayılacak kadar küçük, ne de taşıması zor olacak kadar ağırdır. Sadece durur ve insanı dolambaçsız bir şekilde kendi içine çağırır.
Bazen bir müzik olur bu iz; söze ihtiyaç duymayan. Hiçbir açıklama yapmayan ama kalbin ritmini sessizce değiştiren bir melodi. Bazen bir yağmur damlasının cama düşüşünde belirir. Yıllar önce unutuldu sanılan bir anının içinden çıkar. Belki kısa bir bakışın içimizde bıraktığı titreşimdir ya da söyleyemediğimiz bir cümlenin gecikmiş yankısı. Bir nota insanı kendi içine çeker çünkü ruh, kimi zaman kelimelere değil, yalnızca dokunulmamış bir boşluğa konuşmak ister.
Dışarıdan bakıldığında bu hâl çoğu zaman bir sessizlik gibi görünür. Oysa o sessizlik, içeride kopan fırtınanın en terbiyeli hâlidir. En güçlü duyguların en sessiz hâlleriyle var olmasının nedeni budur aslında. İnsan konuşmaz belki ama içi konuşur, sızlar ve anlatır. Ruh kendine bıraktığı o küçük mesajla, kimseye yük olmadan, kimseyi ikna etmeye çalışmadan “Ben hâlâ buradayım” demenin en zarif yolunu bulur.
Zamanla insan bu izi hatırladıkça biraz daha iyileşir. Çünkü bazı yaralar kapanmak için değil, kişinin kendini daha derin, daha dürüst ve daha çıplak bir şekilde görebilmesi için açılır. Bu izler zamanla bir acıdan çok bir rehbere dönüşür. Neyi kaybettiğimizi değil, neyi hâlâ içimizde taşıdığımızı hatırlatır. Hayatın ortasında durup düşünme payımızdır aslında. Kendimizi unuttuğumuz yerden geri alma hakkımızdır.
Aslında ruhumuz, her şey sustuğunda bile konuşmaya devam eder. Bizi tutar, yönlendirir, tamamlar. Kimi zaman bir melodiyle, belki bir gece sessizliğinde ya da içimizde bir anda beliren tanıdık bir titreşimle kendini hatırlatır. Ve insan o an anlar ki, ruh bazı suskunlukları taşımak istemez artık. Çünkü içimizde saklanan en gerçek ses, sonunda adını söylemek ister. İşte tam o anda, insan içindeki sesin adıyla yüzleşir: O, bir ‘Tamamlanmamış Melodi’dir artık. Ve o ezgi, suskun notalarını tamamlamak için değil; bir damladan okyanusa, bir sızıdan sınırsızlığa uzanarak, insanı bütüne çağıran yankısını hatırlatmak için vardır.