Ekonomi çoğu zaman grafiklerle anlatılır. Yüzdeler, tablolar, büyüme oranları, tahminler… Ekranlarda akan bu rakamlar ilk bakışta soğuk, mesafeli ve düzenli görünür. Oysa hayat öyle ilerlemez. Hayat düzensizdir, sürprizlerle doludur ve çoğu zaman rakamların anlatamadığı duygularla şekillenir. Enflasyon tam da bu noktada bir ekonomi terimi olmaktan çıkar, gündelik hayatın tam ortasına yerleşir.
Sabah erken saatte pazara çıkan bir emeklinin elindeki file, aslında bir istatistik raporundan çok daha fazlasını anlatır. O filede eksilen her ürün, sadece bir fiyat artışını yansıtmaz; vazgeçilen bir alışkanlığı, ertelenen bir ihtiyacı, bazen de sessizce bastırılan bir kaygıyı taşır. Ekonomi kitaplarında enflasyon “fiyatlar genel seviyesindeki artış” olarak tanımlanır. Sokakta ise bu tanım çok daha canlıdır. Sokakta enflasyon, alınamayan peynir, yarım kalan alışveriş, hesaplanarak harcanan bir maaş demektir.
Bir esnafın akşam dükkânını kapatırken yaptığı hesap da bu tablonun parçasıdır. Gün boyu çalışan, geleni gideni ağırlayan, raflarını doldurmak için sabah erkenden toptancıya uğrayan esnaf, akşam kasaya baktığında başka bir muhasebe yapar. “Bugün ne kazandım” sorusundan önce “yarın aynı ürünü kaç liraya yerine koyacağım” sorusu gelir. Bu soru, belirsizliğin en sade ifadesidir. Belirsizlik arttıkça cesaret azalır, planlar küçülür, umut daha temkinli kurulur.
Enflasyonun en ağır yükünü taşıyanlar çoğu zaman sabit gelirlilerdir. Maaş ay başında belli olur, harcamalar ise her gün yeniden şekillenir. Ayın ilk haftasında yapılan alışverişle son haftasında yapılan alışveriş arasındaki fark, aynı cüzdandan çıkan paranın aynı ihtiyaçları karşılayamamasıdır. Bu durum insanın ruh haline de yansır. Ekonomik baskı, yalnızca bütçeyi daraltmaz sabrı, huzuru ve geleceğe dair beklentileri de zorlar.
Bir anne ya da babanın çocuğuna “bu ay biraz dikkatli olalım” demesi, ekonomik bir karar gibi görünse de aslında duygusal bir yüktür. O cümlenin içinde sorumluluk, endişe ve koruma içgüdüsü bir aradadır. Kimse çocuğunun hayallerini hesap makinesiyle ölçmek istemez. Ancak hayat bazen buna zorlar. İşte enflasyon tam burada rakam olmaktan çıkar, insan hikayesine dönüşür.
Bu noktada ekonomi yönetimi, piyasa dengeleri ve küresel gelişmeler elbette önemlidir. Dünya ekonomisi birbirine bağlıdır, dalgalanmalar sınır tanımaz. Enerji fiyatlarından iklim koşullarına, jeopolitik risklerden teknolojik dönüşümlere kadar pek çok unsur fiyatlar üzerinde etki yaratır. Bunları görmezden gelmek mümkün olmaz. Ancak bütün bu başlıkların ortak bir kesişim noktası vardır: insan.
Ekonomik kararların nihai etkisi insan hayatında hissedilir. Bu nedenle ekonomi konuşulurken kullanılan dil büyük önem taşır. Umut veren, gerçekçi, sakin ve kapsayıcı bir dil toplumsal güveni besler. Güven ise ekonomik istikrarın en önemli bileşenlerinden biridir. İnsanlar yarına dair öngörü geliştirebildiğinde, harcamalarını ve yatırımlarını daha sağlıklı planlar. Belirsizlik azaldıkça dayanışma güçlenir.
Dayanışma kavramı bu süreçte ayrı bir parantezi hak eder. Zor zamanlarda toplumun kendi içindeki bağlar daha görünür hale gelir. Komşunun komşuya, esnafın müşterisine, ailenin aile bireylerine omuz vermesi, ekonomik baskının etkisini hafifletir. Bu dayanışma çoğu zaman sessizdir, gösterişsizdir. Bir askıya bırakılan ekmek, bir fincan çay, bir “halini hatırını sordum” cümlesi… Küçük görünen bu davranışlar büyük bir toplumsal denge unsuru oluşturur.
Ekonomi yalnızca para ile ilgili bir alan değildir. Aynı zamanda güven, beklenti ve psikolojiyle ilgilidir. İnsan kendini güvende hissettiğinde daha üretken olur, daha çok çalışır, daha fazla katkı sunar. Bu nedenle ekonomik iyileşme yalnızca sayılardaki değişimle ölçülmez. Sokaktaki insanın yüzündeki ifadede, konuşmalarındaki tonda, geleceğe dair kurduğu cümlelerde de kendini gösterir.
Bugün en çok ihtiyaç duyulan şeylerden biri, ekonomiyi konuşurken hayatı unutmamaktır. Rakamlar elbette gereklidir; yol gösterir, karşılaştırma yapmayı sağlar. Ne var ki, o rakamların ardındaki insanı fark etmeden yapılan her değerlendirme, her zaman bir yanıyla eksik kalır. Zira ekonomi, temelde insanların çalıştığı, ürettiği, paylaştığı ve yaşadığı bir alandan ibarettir.
Belki de bu yüzden, en doğru ekonomik analiz bazen bir mutfakta yapılır. Tencerenin içi, alışveriş listesinin kenarına düşülen notlar, ay sonunu getirme çabası… Tüm bunlar bize şunu hatırlatır: Ekonomi konuşurken insanı merkeze almak bir tercih değil, bir gerekliliktir.
Rakamlar konuşmaya devam edecek. Grafikleri, tabloları, oranları görmeye devam edeceğiz. Ancak hayat da cevap vermeyi sürdürecek. O cevabı duyabilmek için biraz yavaşlamak, biraz dinlemek ve biraz da empati kurmak yeterli. Çünkü gerçek ekonomi, insanların hayatlarında yaşadıklarıdır.
Saygılarımla.
Sayın Kuşcu,
Ekonomiyi soğuk rakamların ötesine taşıyıp insanın gündelik hayatıyla, duygularıyla ve sessiz mücadeleleriyle buluşturmanız son derece etkileyici. Ve ekonomi konuşurken insanı merkeze almanın neden bir gereklilik olduğunu çok iyi hatırlatıyor. Sakin, derinlikli ve vicdanlı bir bakış sunmuşsunuz. Böylesi metinler hem düşünmeye hem de daha dikkatli konuşmaya vesile oluyor. Kaleminize sağlık…
Sayın M Kuşcu,
Hayatın gerçek yüzüyle buluşturan güçlü bir metin olmuş. Duygu, gözlem ve anlatım dili çok yerinde. Okuyanda iz bırakan bu yazı için sizi içtenlikle kutlarım. Kaleminize ve emeğinize sağlık…