“Bekar erkeklerin %80’i ciddi ilişki istemiyor” diye bir cümle okudum ya da belki duyduklarımızdan böyle bir oran türettik. Önemli olan oranlar değil, arkasındaki mesaj. Bugün birçok erkeğin ‘hayır’ demesi, yalnızlığa sığınması bir kaçış değil, hesaplı bir tercih. Şöyle de diyebiliriz; enerji ekonomisinin mantıklı sonucu.
Eskiden evlilikler, bir karşılık beklentisiyle kurulurdu: sadakat karşılığında huzur, sorumluluk karşılığında güven ile sağlanırdı. Erkek, gösterebildiği güç ve imkanla bir anlaşma yapar; kadın da bu anlaşmaya uyum sağlardı. İki taraf birbirine göre bir ekonomi kurar, dengeler oluşturulurdu. Son yıllarda ise dinamikler değişti. Tek suçlu olarak sadece makroekonomiyi göstermek kolaycılıktır; ‘ekonominin suçu’ demek, yeni dinamiklerin konuşmasını gölgeleme riski taşır. Modern ilişkiler bugün, sosyal medyanın pırıltısı, keskinleşen onay açlığı ve görünmez ama ısrarlı psikolojik savaşlar eşliğinde farklı bir emeğe dönüştü: ücretsiz, 7/24 talep eden, maaşı olmayan bir emek haline geldi. Mesajlaşmaya ayrılan zaman, duygusal nüanslara harcanan dikkat, sahte krizleri söndürme çabası; erkek beynine göre hepsi zihinsel, duygusal ve bazen maddi sermaye yiyen işlerdir. Evrimsel kestirme, erkek için şu sadeliğe iner: “Enerji sınırlı, getiri belirsizse yatırım yapma.”
Bir danışanım vardı; ismi Ahmet. Uzun zamandır yalnız. İlk bakışta kriz gibi görünse de bir ani kopuş hikayesi değil, soğukkanlı ve planlı bir hesap: mesajlara geç cevap veriyor, buluşma tekliflerini azaltıyor, ilişkiden kaçınıyor. Neden? Çünkü önceki ilişkilerde biriken küçük hırslar, kırgınlık, dramlar ve belirsiz anlar onun duygusal hesabını eksiye düşürdü. Her kırgınlık bir kredi kartı borcu gibi; ödemek gerektiğinde faiz işliyor. Ahmet, artık o borçları üstlenmek yerine kendi ‘imparatorluğunu’ kurmayı, başına bir iş koymayı, kendi dünyasını inşa etmeyi tercih ediyor. Bu tercih onun umarsızlığı değil; mantıklı bir korunma refleksi.
Bunun psikolojik altyapısına bakınca tablo daha net bir hal alıyor. Bağlanma korkusu (çoğunlukla kaçıngan bağlanma), düşük özsaygı, düşük dışadönüklük, kişilik açıklığında azalma… Bu özellikler ciddi ilişkilere adım atmadan önce bireyin çekimserleşmesine neden oluyor. Bağlanmak bugün yüksek riskli bir yatırıma benziyor: reddedilme, manipülasyon, ağır beklenti yükü ve büyük miktarda duygusal emek riski var. Bu yüzden ‘ilgisizlik’ olarak adlandırdığımız davranışın altındaki gerçek çoğu zaman depresyon değil; hesaplı geri çekilmedir: “Yatırım yapmayayım, zarar etmem.” Viktor Frankl’in dediği gibi: “Bir durumu değiştiremeyecek durumdaysak, kendimizi değiştirmek zorunda kalırız.” İşte birçok erkeğin geri çekilişi de bu türden bir savunma değişimidir.
Toplumsal katmanlar da işi kolaylaştırmıyor. Erkeklik rolleri hâlâ ödün veren, ağır bedeller ödeyen bir kahraman modeli etrafında kurulu; ama aynı toplum, duygusal zayıflığı damgalıyor. Erkek, inciniyor ama incindiğini göstermekten çekiniyor; gösterirse değer kaybedeceğini düşünüyor. Sonra sosyal medya devreye giriyor: onay arayışı, görünüm yarışları, sahte mutluluk vitrini… Gerçek ilişki, sahte vitrinle yarıştığında gerçeklik çoğu zaman kaybediyor.
İşte tam bu noktada farklı kaynakların aynı düğümü işaret ettiğini görmek ilginç: din, kültür ve modern düşünce hepsi yalnızlığın kişisel bir ayıp değil, toplumsal bir mesele olduğunu söylüyor. Peygamberimizin şu sözü, ilişkilere dair sabır ve ölçünün önemini hatırlatır:
“Kadın bir kaburga kemiği gibidir. Kadın bir kaburga kemiğinden, bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı, onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kırılması da boşanmasıdır.”(Müslim, Reda 64; Nesai, Nikah 15; Ahmed b. Hanbel, II/168)
Bu sözün ruhu şunu öğretir: küçük kusurları zorla düzeltmeye çalışmak ilişkileri kırar, huzuru tüketir. Kadının olduğu hâliyle birlikte yaşayıp, onunla uyum içinde olabilmeyi ifade ediyor. Onarım, sabır ve hoşgörü ile mümkün olur.
Halk dilinde dolaşan “kadın nimettir” de aynı hakikati farklı bir dille söyler. Fakat nimeti sahiplenmek değil, gözetmek; üzerinde tahakküm kurmak değil, birlikte büyütmek esastır. Sahiplenme ile koruma arasındaki ince fark, ilişkilerdeki en büyük kırılmaları çözebilir.
Seküler düşünce de aynı kapıyı işaretler. John Donne’un “No man is an island” (Hiçbir insan bir ada değildir) dizesi yalnızlığın insan doğasına aykırı olduğunu dile getirir. Psikoloji literatüründe John Bowlby, bağlanmayı açlık ya da güvenlik kadar temel bir ihtiyaç olarak tanımlar. Yani erkeklerin geri çekilişi salt bir keyfi seçim değil, temel bağlanma ihtiyacının zedelenmesine verilen modern bir tepkidir.
Bunun elbette karşılıklı sorumlulukları var. Kadın da bu iklimin mağduru; gerçek duygusunu arayamayabiliyor çünkü muhatap rasyonel bir yatırımcıya dönmüş. O halde dinin, kültürün ve bilimin ortak söylediği şey nettir: İlişkiler şeffaflık, emek paylaşımı ve sınır koymayı gerektirir. Ama günümüzün ilişkileri sıklıkla sınır koymayı bilmeyen, beklentiyi yüksek, geri bildirimi düşük bir yapıya dönüştü. Bu da erkeklerin ‘hayır’ demesini besliyor.
Peki çözüm yok mu? Var ama basit reçetelerle gelmiyor. Kırgınlıklar, mendile doldurulmuş küçük taşlar gibidir; zamanla omuzları çökerten bir yük haline gelir. Eğer aşk bir kişinin bütün ekonomisini çökertiyorsa, o aşk yeniden tanımlanmalıdır. Huzurun maliyeti çok yüksekse, huzuru birlikte kurmanın yollarını aramak neden daha akıllıca olmasın? Antoine de Saint-Exupéry’nin vurguladığı gibi: “Aşk, birbirinize bakmak değil; birlikte aynı yöne bakmaktır.” Erkeklerin ‘hayır’ı çoğu zaman salt bir ret değil; “Ben de varım; sınırlarımda kaybolmadan, emeğimde kendini bulacaksın.” diyen bir çağrıdır.