Buse Köseer
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. SESSİZ ZAFERLERİN HİKAYESİ

SESSİZ ZAFERLERİN HİKAYESİ

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Güneş, sokakların dar omuzlarına usulca yaslanırken, bazı insanlar dünyayı gözleriyle değil, kalplerinin görünmeyen pencereleriyle görür. Kimileri sessizliğin karanlığında bile yankılanan notaları duyar, hayata ise parmak uçlarının kırılgan ama inatçı temaslarıyla dokunur. Onlar için mucize; gökyüzünden düşen bir yıldız ya da kalabalıkları büyüleyen büyük bir gösteri değildir. Mucize, her sabah yeniden uyanabilmektir; yorgun dizlerle yeniden yürüyebilmek, düşerken bile umudu yere düşürmemektir. Çünkü en büyük mucize, yenilgiye rağmen kalbin içindeki ateşi diri tutabilmektir. Her adım, karanlığın ortasında açan bir çiçek; her nefes, görünmeyen zincirleri kırmanın sessiz zaferidir. Ve bazen, bizlerin sıradanlık diye geçip gittiği şeyler, bir başkasının yaşamla verdiği en büyük sınavdır.

Hayat, başkasının acısına sadece göz ucuyla bakıldığında değil, kalbinizi onun yerine koyabildiğinizde anlam kazanır. Çocukların susturulmuş gülüşlerinde, görmezden gelinen bedenlerde, yükü ağır omuzlarda, duyulmayan çığlıklarda saklıdır bu gerçek. Görmezden gelinmeyecek kadar değerli hayatlar var. Onlar, sokak aralarında yankılanan sessiz çığlıklarıyla bize bir şey hatırlatıyor: Asıl mucize, insanın insana omuz olabilmesidir. Şimdi size, çoğu kez gözden kaçan ama yürekten bakıldığında koca bir evreni barındıran o hayatları anlatacağım; her biri, insanın direncini, umudunu ve görünmez mucizelerini fısıldayan hikâyeler…

Ela’nın dünyası en başından beri karanlıktı. Gözlerini açtığında karşısına çıkan ilk şey, o çok konuşulan mavilik değil; yalnızca sessiz, görünmeyen bir boşluktu. Sabah ışığının ince gölgesini ya da annesinin gözlerindeki şefkati hiç göremedi. Onun bebekliği, elleriyle duvarların soğuk yüzünü yoklayarak yön bulduğu bir oyundan ibaretti.

Parklarda salıncağa bindiğinde, diğer çocuklar gökyüzünün rengini birbirine tarif ederken, Ela yalnızca rüzgârın yüzüne değdiği serinliği hissediyordu. Gençliğinde onu en çok yaralayan şey, aynalara bakamamak değil; insanların gözlerinde yakalayamadığı o bakışları, kendi hayallerinde var etmeye çalışmaktı. Ela için mucize, bir gün gökyüzünü görmek değildi; başkalarının kelimelerle tarif etmeye çalıştığı o güzelliği hayal etmeden yaşayabilmekti.

Anne ve babası onu şefkatle kucaklasa da bu sevgi, içindeki yaraları sarmaya yetmiyordu. Çünkü en yakındaki gölge, kendi kardeşiydi. Tek arkadaşı gibi görünen bu kardeş, aslında kıskançlığın ince bıçağıyla kalbini çiziyordu.

Ela bir gün sofrada ürkek bir sesle “Acıktım” dediğinde, kardeşi hemen araya girip “Hayır, acıkmadı!” diye bağırdı. Bu sıradan görünen ama yıkıcı söz, Ela’nın kendi varlığını duyurma çabasını anında susturdu. En basit hakikati bile inkar edilen bir çocuk, kimliğini hangi taşın üzerine inşa edebilirdi?

Bir başka gün, annesi antika bir vazoyu mutfakta yerleştirirken, kardeşi kahkahalarla onu Ela’nın önüne bıraktı: “Aaa, Ela nasıl kırarsın!” diye bağırdı. O an tüm bakışlar Ela’nın üzerine çevrildi; masumiyetine sıkışmış bir suçluluk duygusu boğazına düğümlendi. Kardeşinin kahkahaları, onun içindeki karanlığın yankısına karıştı.

Bütün bu görünmez darbeler, Ela’nın ruhunda derin bir yük haline geldi. Sessizce ama inatla büyüyen bir savaş başladı içinde. Zihni, karmaşanın dar sokaklarında kaybolurken, kalbi sürekli yaralanıyordu. İçindeki fırtınayı dindirmek için sonunda cesaretini topladı; psikolojik yardım alarak kendi iç sesine kulak vermeyi seçti.

Ela’nın dünyası hep karanlıktı ama o karanlığın içinde, çiçek olmaya direnen bir filiz gibi büyümeye çalıştı. Ne var ki toprağı hep eksikti, suyu hep yarım… Ve belki de asıl mucize, bu eksikliklerin içinde yeşermeye çalışmasındaydı.

Baran’ın dünyası sessizlikle örülüydü, her köşesi görünmez bir perdeyle kaplıydı. Doğduğu andan itibaren annesinin ninnisi dudaklarından süzülen bir melodiden öteye geçmemiş, babasının “oğlum” diye seslenişi havada kaybolmuştu. Rüzgârın uğultusu, yağmurun cama vuruşu… hepsi sadece birer görüntü, birer titreşim olarak kalmıştı. Onun için dünya, dudakların hareketinden ibaret bir şiirdi; sözcüklerin sesi değil, sadece titreyen izleri vardı.

Çocukken en çok kırıldığı an, arkadaşlarının kahkahalarının gözlerinde dans ettiğini görmekti. Bir gün okul bahçesinde düşüp dizini kanattığında, yanına koştuklarını gördü ama kelimeleri işitemedi. Sessizlik, kulaklarından geçip doğrudan kalbine saplandı; yalnızlığı bir boşluk olarak derinleşti, büyüyerek içini doldurdu.

Zamanla bu sessizlik, hayatının görünmez bir engeline dönüştü. Gençliğinde ilk aşkına dudaklarından sorduğu “beni seviyor musun?” sorusuna cevap ulaşmadı. Kalbi, sevgi dolu bir bakışın uzağında bırakılmış gibiydi; anlaşılmadığını, yanlış yorumlandığını düşündü. Aşkın sesi, ona yalnızca eksik bir yankı olarak geri döndü.

Baran için mucize, bir gün duymak değil; sessizliğini paylaşan bir kalbin yanında olabilmekti. Dünyası öylesine sessizdi ki, bazen kendi kalp atışlarını bile duyamayacak kadar derin bir boşlukta kayboluyordu. Bu sessizlik, okulda, arkadaş çevresinde, ilişkilerinde engeller yaratıyor, her adımı daha ağırlaştırıyordu. Kaybolmuşluk hissi, yalnızlığını derinleştiriyordu.

İçinde boğulduğu duygular, geleceğe dair korku ve belirsizlikle karışıyor, her gün sessiz bir çığlık gibi yükseliyordu. Baran, artık bu yükü taşımak istemiyor, kendi iç dünyasında bir çıkış yolu arıyordu. Sessizliğin içinde, varlığını duyurmaya çalışan küçük bir çiçek gibi büyümek istiyordu; kökleri derinleşmese de, kendi sessiz mucizesini yaratmak için çabalıyordu.

Nihayetinde, Baran bu duygusal yükü hafifletmek ve kendi sesini bulmak için profesyonel bir destek almaya karar verdi. Terapistinin odasına adım attığında, içinde yarım kalmış birçok hikaye vardı. Kendi duygularını ifade edebilmek, anlaşılmak ve bu sessiz yaşamdan kurtulmak için bir yol arıyordu. Baran, böylece kendini yeniden keşfetmek ve kısmen de olsa hayata yeniden bağlanmak umuduyla bu yolculuğa çıktı.

Leyla’nın hikâyesi, bedeninin eksikliğinin ruhunda açtığı derin yaralarla doluydu. Bir kolu olmadan doğmuş, küçükken oyuncak bebeklerini kucaklamak istediğinde hep yanında bir boşluk hissetmişti. Bu boşluk zamanla utançla, öfkeyle ve sessiz gözyaşlarıyla dolmuştu.

Okulda diğer çocuklar ip atlarken, o hep kenarda durmuş, bazen gülüyor gibi yaparak ağlamasını saklamıştı. Annesi saçlarını örerken, aynaya bakmak istememiş; çünkü o aynada kendisini değil, yarım kalmış bir bedenin gölgesini görüyordu. Gençliğinde en ağır gelen şey, kalbinin hep dolu olmasına rağmen ellerinin eksik kalmasıydı. İnsanların bakışları, merakla değil, çoğu zaman acıyarak dokunmuştu ona. Leyla için mucize, tamamlanmak değil; eksikliğiyle kabul görmekti. Ama çoğu zaman toplumun acıyan gözleri, kendi içindeki yaradan daha keskin olmuştu.

Bir gün okul bahçesinde koşarken düşmüş, tek kolunun eksikliği nedeniyle kendini savunmasız hissetmişti. Yanına koşmak yerine bazı çocuklar onu alay konusu yapmış, “Nasıl yapacaksın bunu?” demişlerdi. Utanç ve öfke bir araya gelmiş, Leyla’nın göğsünde kocaman bir ağırlığa dönüşmüştü. O düşüş, sadece bedensel bir düşüş değil, ruhunun da sarsıldığı bir andı; kendisini eksik, kırılgan ve görünmez hissetmişti.

Ama zamanla Leyla, küçük bir anlayışın, bir dokunuşun veya basit bir sözün bile derin yaraları hafifletebileceğini fark etti. Eksik bedeniyle var olmayı, kendi sessiz direnciyle yaşamayı öğrenmek zorunda kalmıştı.

Tuna’nın hayatı, bir kazayla ikiye bölünmüştü. Öncesinde koşar, dağlara tırmanır, rüzgârın özgürlüğünü teninde hissederdi; oyun onun en doğal hakkıydı. Ama o an geldiğinde tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş, bedeninin kısıtlamalarıyla ruhu arasında sessiz bir savaş başlamıştı. İçinde hâlâ özgür bir rüzgâr vardı, ama kanatları kırılmış gibiydi.

Koşmayı, toprağın ritmiyle dans etmeyi özlüyordu. Çocukken annesinin gözyaşlarını gördüğü o anı hatırlıyordu; yalnızca kendi kaybının değil, annesinin içindeki derin üzüntünün yükünü de omuzlarında hissediyordu. Her gözyaşı, içindeki özgürlük arzusunu biraz daha büyütüyordu, kanatlarını yeniden germeye çağırıyordu.

Gençliğinde arkadaşları müziğe ayak uydururken, Tuna bedeninin sınırlılıklarıyla ritmi yakalamaya çalışıyor, her hareketi sessiz bir mücadeleye dönüşüyordu. İçinde çığlık çığlığa bir özgürlük isteği vardı; yaşamın akışına karışamamak, zaman zaman onu görünmez bir yalnızlığa sürüklüyordu. Merhamet dolu bakışlar, acıyı daha görünür kılıyor, farklılığını hatırlatıyordu.

Tuna için mucize, ayağa kalkmak değil; acı çekmeden kabul görmek, kimsenin “yazık” dememesi, sadece Tuna olarak var olabilmekti. İçindeki özgür ruh hâlâ uçmayı hayal ediyor, her sabah yeni bir umutla uyanıyor ve kendi özgürlüğünü yeniden inşa etmeye başlıyordu. Hayat onun için bir engel değil, rüzgârla dans eden bir meydan okuma olmuştu; her anı, özgürlüğüne dokunan bir şiir, her nefesi ise yeniden doğmanın sessiz melodisiydi.

Mira’nın dünyası hem sessiz hem de karanlıktı. Bebekken geçirdiği hastalık, ona en temel iki duyusunu kaybettirmişti; görme ve işitme… Küçük yaşta hayatının renkleri ve sesleri silinmiş, geriye yalnızca dokunuşlar ve kokular kalmıştı. Parmak uçlarıyla annesinin teninde güveni arıyor, babasının elini tutarak varlığını hissediyordu. Dünya onun için, bir haritanın çizilmediği bir labirent gibiydi; yolunu dokunuşlar ve kokularla buluyordu.

Dışarıda yağan yağmur, yüzüne düşen damlalarla anlam kazanıyor; kalabalıkların arasında bedenlerin çarpışmasıyla varlığını hatırlıyordu. Gençlik yıllarında en ağır yük, yalnızlıktı. Seslere ve renklere ulaşamadığı için içindeki boşluk büyüyor, arkadaşlarıyla paylaşacak çok şeyi olmasına rağmen onlarla iletişim kuramamak acısını derinleştiriyordu.

Yalnızlık, Mira’nın en sadık dostu oldu. İçsel dünyasında, duygu ve düşüncelerini tartarken, ifade edememenin yarattığı sessiz bir savaş veriyordu. Hayat, onu dışarıda bırakan karmaşık bir labirentti; yoldaşsız kalmış, ama her köşesinde bir umut kırıntısı arıyordu. Mira, eksik olan sosyal bağı hissetmek ve kalbindeki boşluğu dindirmek için içsel bir mücadele veriyordu.

Mira için mucize, bir gün duymak ya da görmek değil; yalnız hissetmemekti. Her yeni güne, umut dolu bir kalple uyanıyor, içsel zorluklarına direniyor ve belki bir gün anlamlı bir bağlantı kurmanın hayalini kuruyordu. Onun dünyasında her küçük dokunuş, her koku, her güven dolu temas, sessiz bir mucizeye dönüşüyordu.

Her biri, farklılıklarıyla yaşamın sınavına karşı dururken, mucizeyi günlük yaşamın içinde buluyor; düşerken öğreniyor, her küçük başarıda yeniden doğuyorlar. Dünyanın acımasız bir yer olduğunu görürken, kendi içlerindeki güç ve direnci keşfetmek, her anı mucizeye dönüştürüyor. Onların hikayesi, sadece hayatta kalma değil, yaşamı yeniden inşa etme, umut ve cesaretle dokunma hikayesidir.

Hayat, bazen acımasız ve sessiz bir öğretmendir; ama bu bireyler, zorluklar karşısında gösterdikleri sabır, yaratıcılık ve cesaretle bize, mucizenin ne kadar yakın olduğunu hatırlatır. Her adım, her düşüş, her direnç; yaşamın içinde küçük bir çiçek gibi açan mucizelerdi.

Tüm bunlar bize aslında “eksiklik” dediğimiz şeyin bedenlerde değil, toplumun bakışlarında olduğunu fısıldıyor. Nietzsche’nin “İnsanı yıkan yük değil, yükü taşıma biçimidir” sözü burada anlamını buluyor. Çünkü onların taşıdığı yük bedenlerinde değil, kalplerinde ağırlaştı. Tarih boyunca pek çok büyük insan, engellerin ötesine geçerek topluma ışık oldu. Beethoven duymazken müzik bestelemiş, Helen Keller karanlık ve sessizlikten çıkıp milyonlara yol göstermiş, Frida Kahlo acılarının ortasında tuvaliyle kendini ifade etmiş, Stephen Hawking bedeninin sınırlarını aşarak evrenin sırlarını çözmüş, Nick Vujicic ise kolları ve bacakları olmadan ilham kaynağı olmuştu. 

Türkiye’den de ilham veren isimler var: Mehmet Çetingöz, polio nedeniyle bacakları felç olmasına rağmen, tekerlekli sandalye basketbolunda milli takım kaptanı oldu ve uluslararası şampiyonluklar kazandı. Selin Şahin, trafik kazası sonucu omurilik felci geçirmesine rağmen, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi kulüplerde basketbol oynayarak uluslararası arenada da başarılar elde etti. Ömür Kınay, 1999 depreminde annesini kaybettikten sonra felç oldu, ancak film yönetmenliği yaparak sanatıyla kendini ifade etti ve Altın Koza Ödülü kazandı. Bu isimler, engellerin sadece birer sınır olmadığını, azim ve kararlılıkla her engelin aşılabileceğini gösteriyor.

 “Asıl engelliler, önlerine çıkan engelleri aşamayanlardır; ama en büyük engel, sevgisizliktir.”

Bu, bize fısıldar ki; taşlarla örülmüş yollar, yürekteki azim ve sevgiyle aşılır. İçimizdeki direnç, en sert sınırları bile gölgede bırakır; kalplerimizdeki duyarsızlık ise görünmez duvarları yükseltir. Gerçek mucize, sadece engelleri geçmek değil; yolunu kapatan taşları aşarken, ona uzanacak sıcak bir elin varlığını hissetmektir. Sevgi ve anlayış, en karanlık duvarları bile eriten bir ışık, her düşüşte yeniden doğmayı hatırlatan sessiz bir şarkıdır.

Onlar için mucize, yürümek, görmek ya da duymak değil; anlaşılmak, sevilmek ve varlığının tamamlanmış olduğunu hissetmekti. Asıl engel, toplumun kalbinde açılan duvarsız zindanlardı. Ve belki de en büyük mucize, o zindanların bir gün yıkılabileceğine duyulan inançtı.

SESSİZ ZAFERLERİN HİKAYESİ
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Türkiye Aktüel ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.