Hepimiz aşkın en derinlerden, en samimi noktalardan geldiğine inanırız. Sevmeye ilk kendimizden başlarız, kendimizi sevebilirsek başarabiliriz bazı şeyleri.
Ve kalp her zaman sıcağa akar, sevgiye akar.
İnsan aşka yatkın yaşar, kimisi bu sevgiyi kuldan kimisi tanrıdan alır. İki insan birbirini sevdiğinde büyük bir birlikteliğe kendini hazırlar. Hoş duygular uçuşur, öpücükler hep kalbi ıslatır. Ama her zaman böyle mi?
Çoğu insan, aşkın çabasız geldiğini söyler. Hani ”neysem buyum, böyle sevmeli…” dediğimiz o anlar olur. Bu kabulleniş insanı neye hazırlar? Tamamen yalnızlığa. Çünkü insan yalnız doğar, yalnız ölür ve artık o insana yalnızlık bir hava bir su kadar doğal geldiği için(aşka bir ihtiyaç kalmadığı için) böyle düşünür. Halbuki bu tam tersidir. Kim kendisinin tıpatıp aynısı biriyle bir ömür geçirebilir?
Aşk kesinlikle çabasız doğar ama çabasız ilerleyemez. Düşüncesiz söylemler, kayıtsız davranışlar ve soğuk uykular aşka çelme takan en büyük adımlardır. Bunlar tamamen çabasızlıktan kaynaklanır çünkü çabalayan insan ne ilgisizlikle suçlanabilir
ne de düşüncesizlikle.
Seven bir insanın kendisi için savaşıldığını görmeye elbette hakkı vardır bunun en temel sebebi sevildiği insanın duygularını taşımasıdır. O insan için elinden geldiğince şekil almaya çalışır ve çaba harcarsa diri kalır sevda. Ve o zaman ölüm, tek tehdit sayılır aşk uğrunda.