Şehzade’nin Hikayesi’ndeki Katibin Hikayesi
O sıralar, Şehzade’nin hikâyesi İstanbul’da her derde deva gibi okunuyordu. Eyüp’te bir kahvede, Karaköy’de bir berber dükkânında, Üsküdar’da limon kokulu bir terzihanede insanlar fısıltıyla o hikâyeden bahsediyordu. “Asıl adam Şehzade değilmiş” diyordu biri. “Yok, o hikâye değilmiş aslında, bir başka hikâyenin içinde bir yalanmış” diye ekliyordu bir diğeri. Ama hiç kimse, hikâyenin arkasında bir katip olduğunu bilmiyordu.
Katip… Herkesin okuduğu o hikâyeyi yazan, ama kimsenin adını bilmediği adam.
Onun hikâyesi, Şehzade’nin hikâyesinden önce başlamıştı. Ya da belki hiçbir zaman başlamamış, hep bir yerlerde yarım kalmıştı. Katip, çocukken annesinin diktiği pamuklu beyaz gömleğin koluna ilk kez mürekkep damlattığında karar vermişti yazmaya. Ama yazmak onda bir karar değil, bir zorunluluk gibiydi. Sanki yazmazsa, içindeki dünya susacak; susarsa, şehir kör kalacaktı.
Her sabah, güneş Dolmabahçe Sarayı’nın camlarına vururken, o sarayın en arka odalarından birine gizlenir, mürekkebini bakır kalemliğine döker, kelimeleri incecik kamış ucuyla yontarak yazıya geçirirdi. Mürekkebi fazla daldırırsa harfler dağılır, az daldırırsa harfler eksik kalırdı. Bu yüzden her kelime, onun iç dünyasındaki bir teraziden geçerdi. Ne eksik ne fazla. Hikâye, tam da olması gerektiği gibi olmalıydı. Ama asla öyle olmazdı.
Zaten Şehzade’nin hikâyesi de öyle başlamamış mıydı?
Bir gün, sarayın yüksek duvarları ardında, kimliği belirsiz biri “Yaz!” demişti ona. “Yaz, çünkü Şehzade konuşamaz!”
Katip sormamıştı: “Neden ben?”
Çünkü kendine hiçbir zaman bu hakkı tanımamıştı. Katiplerin suali olmazdı. Onların kaderi başkasının kaderini yazmaktı. Kendi hikâyeleri, başkalarının hikâyelerine gölge düşürmemeliydi.
Ama yazdıkça bir şey fark etti Katip: Hikâyeyi anlatmaya başladığı andan itibaren, Şehzade değişiyordu. Önce yalnızca ses tonu, sonra yüzü. Sonra yavaş yavaş adı değişmeye başladı. Şehzade artık ne sultanın oğluydu ne de devrimcilerin gözdesi. O artık Katip’in çocukluğunda camdan dışarı bakarken gördüğü, sokağın köşesinde annesini bekleyen gölgeli bir çocuktu.
Katip dehşetle fark etti:
“Ben onu yazmıyorum, ben kendimi yazıyorum!”
Bunu fark ettiği gün, ilk kez kalemini bırakıp aynaya baktı. Ama aynada bir yüz göremedi. Çünkü kendini yıllardır satır aralarına gizlemişti. Şehzade konuşurken aslında kendi sessizliğini kopyalıyordu. Şehzade ağladığında, çocukluğunda kaybettiği kardeşine ağlıyordu. Şehzade ihanet ettiğinde, o kendine ettiği ihaneti yazıyordu.
Ve Şehzade öldüğünde, Katip her gece biraz daha ölüyordu.
Zamanla hikâye büyüdü. Şehzade halkın diline düştü. Adına türkü yazıldı, duvara resmi çizildi. Bir balıkçının ağına takılan çakıl taşına onun yüzü kazındı. Ama Katip… Katip unutuldu. Çünkü kimse hikâyenin yazanını merak etmezdi. Yazılanı merak ederdi. Yazan, hep bir gölge olarak kalmalıydı. Gölge kalmazsa, hikâye büyüsünü yitirirdi.
Katip bunu biliyordu. O yüzden her gece yazdığı parşömenleri sabah yakarak yok ediyordu.
Her biri onun içinden bir parçayı da alıp götürüyordu.
Ama bir gece, o son parçayı yakamadı.
Çünkü içinde bir cümle vardı:
“Ben bu hikâyede Şehzade değilim.
Ben cellat değilim.
Ben yalnızca son satırı yazmadan ölen katibim.”
Bu cümleyi yazdıktan sonra, defteri kapattı. O gece camdan bakarken, İstanbul’un silueti değil, sadece kendi silueti yansıdı camda.
Ve o sabah, Katip ortadan kayboldu.
Ne bir mezarı bulundu, ne bir hatırası.
Sadece bir mürekkep lekesi kaldı sarayın taş zemininde.
Ve bir söylenti:
“Bazı hikâyeleri bitiremezsin. Çünkü bazı insanlar, hikâyeleri biterse yaşamayı da bırakır.”
Özden Çetin