Ve Bir Eylül Akşamında, Yaprak Çıtırtılarıyla Yürüyorsun…
Özden Çetin
İçimde hafif bir ürpertiyle yürüdüğüm yollar, Eylül’ün akşamlarına has o serinliği taşıyor. Gökyüzünde mor ile turuncu arasında salınan renkler, kalbime ince bir huzur bırakıyor. Yaprakların ayaklarımın altında çıkardığı çıtırtı, hayatın bütün gürültüsünden daha sahici bir şarkı gibi geliyor kulağıma.
Kimi zaman düşünüyorum: Mevsimler aslında kalbin farklı hâllerini anlatıyor. Yaz, coşkuyu; kış, sabrı; bahar, umudu… Ama Eylül, tüm bunların arasında bir ara durağı, bir geçiş kapısı. Ne tamamen vedadır ne de tamamen başlangıç. Onu romantik kılan da bu aradalığıdır.
İnsanın kendi içine yürüdüğü bir mevsimdir Eylül. Günler kısalırken, geceler derinleşir. Ve o derinlikte insan, kendi kalbine dokunur. Belki yıllardır ertelediği bir yüzleşmeyi yapar, belki unutulmuş bir hayali yeniden hatırlar.
Bazen tek başına yürümek, kalabalıklar içinde bile duyulamayan bir dinginlik getirir. Bir yaprağın düşüşü, bir rüzgârın tenine değmesi, bir çocuğun kahkahasının akşam serinliğine karışması… Eylül’ün romantizmi, işte bu küçük ayrıntılarda gizlidir.
İçten içe bilirim ki, aşk da bu mevsime benzer. Başlarken yazın neşesini taşır, sürerken sonbaharın dinginliğini, biterken kışın hüzünlü suskunluğunu. Ama hangi hâlde olursa olsun, kalpte derin bir iz bırakır.
Nedenini açıklamak zor: Belki gün batımlarının daha erken düşmesindendir, belki de insanın kendi içine daha fazla dönmesindendir. Ama Eylül, en sıradan günü bile şiire dönüştürür.
Yalnızlık, bu ayda insana daha dostça yaklaşır. Çünkü Eylül’ün yalnızlığı ağır değil, hafiftir. İnsanı ezmez; aksine, kendini anlamaya davet eder. Bir banka oturup sessizce gökyüzünü izlemek bile bu yüzden huzur verir.
İçimde yankılanan bu huzur, bana en çok da zamanı hatırlatıyor. Ne kadar hızlı akarsa aksın, her şey bir gün dinginleşir. Yapraklar düşer, rüzgâr diner, yağmur başlar… Ve insan, kalbinde taşıdığıyla baş başa kalır.
Ruhumun derinliklerinde, Eylül’ün bana fısıldadığı tek şey şu: “Yavaşla.” Çünkü yavaşladığında, duyulmayan sesleri, görülmeyen güzellikleri, fark edilmeyen duyguları daha iyi işitiyorsun.
Meğer zaman dediğimiz şey, ardımızda bıraktıklarımızın değil; içimizde büyüttüklerimizin toplamıymış. Eylül bana bunu öğretiyor: Unuttuğunu sandığın şey, kalbinin bir köşesinde hâlâ yaşıyordur.
İçimdeki çocuk, sararan yapraklara bakarken yeniden uyanıyor. O masum bakış, bana dünyanın bütün yorgunluklarının altında hâlâ taze bir umut saklı olduğunu hatırlatıyor.
Bugün yürüdüğüm bu sessiz yollarda, içimdeki bütün geçmişim ve geleceğim buluşuyor. Geçmişin ağırlıklarıyla, geleceğin belirsizlikleri aynı anda birer yaprak gibi savruluyor. Ve ben, şimdinin kalbinde kalmayı öğreniyorum.
Evet, Eylül bana hep bunu fısıldıyor: Hayat büyük kavşaklardan ibaret değil; küçük duraksamalarla, sessiz adımlarla, kalbin ince kırılmalarıyla dolu.
Şiir gibi akıp giden bu akşamda, fark ediyorum ki, asıl romantizm büyük sözlerde değil, gözlerimin önünde duran basit ayrıntılarda saklı.
Melankoliyle sevinç aynı gökyüzünde buluşuyor. Bir yanım geçmişin hüzünlerine bakıyor, diğer yanım yeni umutlara hazırlanıyor.
Ancak bu iki duygunun arasında, kalbime en çok dokunan şey dinginlik oluyor. Çünkü Eylül, hiçbir duyguyu abartmadan, hepsini ince bir dengeyle taşıyor.
Rüyalar bile bu ayda daha başka görünüyor. Geceler uzun, hayaller derin, kalp daha çok konuşur.
Masal gibi bir sessizlikle sarıyor beni bu akşam. Ne eksik, ne fazla; tam olması gerektiği kadar.
Ansızın gökyüzüne bakıyorum. Bulutların ardında saklanan ay, bana gülümser gibi. Ve o an biliyorum ki, bütün bu yolculuk, aslında kalbimin en sessiz köşesine varmak içinmiş.
Romantizmin gerçek anlamı, dışarıdaki güzelliklerden çok içimizde yankılanan duygulardadır.
İşte bu yüzden, Eylül’ün her akşamı bana yeniden başlamayı hatırlatıyor.
Sonsuzluğa doğru yürürken, ayaklarımın altında çıtırdayan yaprakların sesi, kalbimdeki en derin şiire dönüşüyor.