Yüz yıl önce, yani yakın bir zaman.
Doğu Anadolu’nun yüksek dağları, sisle kapanmış yaylaları ve karlı geçitleri… Burada yaşayanların hikâyesi, taşların hafızasına, derelerin sesine, rüzgârın taşıdığı türkülerle yazılmıştır. Kemal Bilbaşar’ın Cemo’su, işte bu coğrafyanın canlı hafızasıdır. Erzincan’dan başlayıp Bingöl’ün dağlarına, Tunceli’nin vadilerine, Elazığ’ın o sert bozkır rüzgârına, Muş ovasının buğday kokusuna kadar uzanan bir hat üzerinde dolaşır. Bu hattın devamı İç Anadolu’dan esen rüzgara Karadeniz’i ve Akdeniz’i de katar. Ak topraklara Kırım’a, Balkanlar’a, Budin’e uzanır.
Romanın geçtiği dönem, Cumhuriyet’in ilk yıllarıdır; ancak Cemo’nun öyküsünde asırlara dayanan bir zaman damarı vardır. Selçukluların Malazgirt’ten sonra doğuya yerleştirdiği Oğuz boyları, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri, Osmanlı döneminde konar-göçer düzenle yaşamış Avşar, Bayat, Kayı ve Döğer obaları… Hepsi bu dağlarda iz bırakmıştır. Bingöl yaylalarında yazın göçen çadırların dumanı, Tunceli’nin dar vadilerinde yankılanan davul-zurna, Elazığ’da Harput türkülerine karışan Türkmen ezgileri, Muş ovasında harman yerinde söylenen maniler… Bunlar sadece folklor değil, bölgedeki Türk varlığının yaşayan kanıtlarıdır.
Doğu’da Türk varlığı hep önemli oldu; çünkü bu varlık, bölgenin kültürel dokusunu olduğu kadar siyasi dengelerini de şekillendirdi. Aşiret yapıları, oba gelenekleri, yerleşik hayata geçişin sancıları, merkezi otorite ile yerel güçlerin çekişmesi… Tüm bu dinamiklerin merkezinde Türkmen toplulukları vardı. Cemo’nun hikâyesi, işte bu toplumsal yapının içinden yükselir.
Cemo, romanda yalnızca bir kadın kahraman değil; aynı zamanda bir halkın onuru, direnci ve var olma iradesidir. Bingöl’ün çetin kışına, Muş’un uzun gecelerine, Elazığ’ın sert rüzgârına, Tunceli’nin asi sularına rağmen dimdik duran bir karakter. Türkmen kızlarının çalışkanlığı, cesareti ve adalet duygusu Cemo’nun ruhunda toplanır. Onun nüfuzu, sadece güzelliğinden ya da zekâsından değil; ardında duran o derin tarihî mirastan gelir.
Bilbaşar’ın kaleminde, bu coğrafya sadece bir fon değildir. Bingöl’ün yaylaları, Tunceli’nin Munzur kıyıları, Elazığ’ın taş evleri, Muş’un sarı buğday tarlaları… Hepsi romanın ruhuna işlemiştir. Satır aralarında at kişnemesi, oba çadırlarının rüzgârda hışırtısı, kervan yollarındaki toprak tandır kokusu hissedilir. Bunlar, Cemo’nun yaşadığı dünyanın hem gerçek hem de simgesel öğeleridir. Bu ögeler Türkistan’dan Anadolu’ya gelen havayı estirir.
Ve belki de en önemlisi, roman bize şunu hatırlatır: Coğrafya sadece taş ve toprak değildir. Orada yaşayanların dili, geleneği ve direnci, dağlardan daha kalıcıdır. Doğu Anadolu’da Türk varlığı, yüzlerce yıldır hem kültürel hem de toplumsal bir omurga olmuştur. Cemo, bu omurganın roman sayfalarına düşmüş en insani, en sıcak notlarından biridir.
Bu roman’daki yer Anadolu’daki her yer gibidir.