Türkçe’nin en tatlı tarafı, insana kendi duygularını bambaşka beden parçalarıyla hissettirmesidir. Bazen ciğerimiz yanar, bazen kalbimiz ağzımıza gelir, bazen de içimizin yağları erir.
Ama işin ilginci şu: Çoğumuz bu deyimi yanlış anlamda kullanıyoruz. Bugün biri haksızlık edene güzel bir ders verdiğinde “Ohhh, içimin yağları eridi!” deriz. Yani “oh be, rahatladım” tonunda. Oysa sözlükler der ki: bu deyimin gerçek anlamı “çok üzülmek, çok korkmak.”
Nasıl yani?
Demek ki aslında yüreğimiz sıkıştığında, içimiz ezildiğinde, o eski halk inanışına göre “yağlarımız” eriyormuş. Osmanlı döneminin tıbbi metinlerinde “yağ”ın çözülmesi, zayıflık ve sıkıntıyla özdeşleştirilirmiş. Yani deyimin kökeni bayağı tıpla, hatta biraz da halk hekimliğiyle ilgili.
Peki nasıl oldu da biz bu deyimi tersinden, yani keyif ve sevinçle birlikte söylemeye başladık?
Muhtemelen “yağın erimesi” kulağa ferahlatıcı geldiği için. Düşünsenize, donmuş bir tereyağı tavada nasıl çözülürse, içimizdeki sıkıntılar da çözülüyormuş gibi. İşte, halkın dilinde deyimin yönü zamanla değişiveriyor.
Bir dilin en güzel tarafı bu değil mi zaten? Kimi zaman sözlükten daha yaratıcı davranıyoruz. Dil, yaşayan bir şey; mutfaktaki yağ gibi eriyor, şekil değiştiriyor.
Ve sonuç?
“İçimin yağları eridi” dediğinizde biri sizi düzeltirse, sakın darılmayın. Gülümseyin ve deyin ki:
– O da dilin cilvesi, hangimiz hiç yanılmadık ki?