Umut güneşli havalara benzemez. Güneş açınca herkes mutlu olur zaten. Asıl mesele, hava kapalıyken balkona çıkıp bir kahve ile mutlu olabilmektir. Umut dediğimiz şey, hayatın masasına biraz yer açma becerisidir; şefkatle, sabırla, bazen inatla.
Birçok insan umudu yanlış yerde arıyor: dışarıda.
“Biri gelsin kurtarsın.”
“Bir şey olsun, ben de toparlanayım.”
Böyle bekleyişler yıllar sürebiliyor.
Oysa umut dışarıdan gelen bir hediye değil.
İçeride, eylemle üretiliyor.
Bu yüzden bazı insanlar en zor koşullarda bile tükenmiyor. Konsantrasyon kamplarında yıllarca hayatta kalan Viktor Frankl, umudu şöyle tarif eder: “Hayatın benden ne istediğini sorduğum gün değiştim. Ben hayattan bir şey beklemiyordum; hayat benden bir şey bekliyordu.”
Açlık, soğuk, kayıp… Tüm bunlar gerçekti.
Ve yine de bazı insanlar bir neden bulup sabah kalktı.
Bir söz, bir görev, bir anı, küçük bir güzellik.
Umut, tam da orada doğdu.
Her şeyin ters gittiği günleri düşünün.
Plan sekmiş, haber kötü gelmiş, moral yerlerde.
O gün bile, insan mutfağa gidip çay koyabiliyorsa, hala bir şey yapabiliyordur.
Ve o minik eylem bile, bir sonraki adımı mümkün kılar.
Maraton koşucusunu hayatta tutan şey bitiş çizgisi değildir.
Her adımın kendisidir.
“Biraz daha” diyebilme kası.
Hayatta kalanları çoğu zaman bir mucize değil, çok sıradan şeyler kurtarır:
bir kızının gülüşü
bir kitabın sayfası
kapının önündeki kedi
sıcak bir çay
iyi bir cümle
sevilen bir elin ağırlığı
…
Umut ihtişamlı bir duygu değildir.
Parlak değildir.
Coşkulu değildir.
Ama dayanıklıdır.
Umut, “her şey güzel olacak” demek değil.
Bazen “her şey kötü de olsa ben buradayım” demektir.
Ve belki de en önemlisi şudur:
Umut, beklemek değil; devam etmektir.
Bir adım daha.
Bir nefes daha.
Bir gün daha.
Hava kapalı olduğunda da balkona çıkabilmek.
Kahveni içebilmek.
Hayatın masasında kendine ufak bir yer açmak.