Kutsala Dokunmak Cesaret Değildir.
Son zamanlarda sosyal medyada dolaşan bazı videoları, paylaşımları ve “akım” diye sunulan içerikleri izlerken insanın aklına şu soru düşüyor: Biz gerçekten düşüncelerimizi mi ifade ediyoruz, yoksa kutsal olanı incitmenin kolaylığına mı sığınıyoruz? Çünkü ekranda görünen şey bir fikir arayışı değil; sınır tanımayan bir pervasızlık.
Gençler arasında hızla yayılan bu tavır, inançsızlığı ya da farklı bir inancı bir duruş olmaktan çıkarıp bir gösteriye dönüştürüyor. İnanç, alay edilecek bir nesneye; değerler, birkaç saniyelik izlenmeye feda ediliyor. Üstelik bütün bunlar “özgürlük” ve “mizah” etiketiyle sunuluyor. Oysa hakaret, hangi kelimeyle süslenirse süslensin, hakarettir.
Kimse benim inandığıma inanmak zorunda değil. Bunu baştan kabul ediyorum. Çünkü inanç, bir kimlik kartı değil; bir iç yolculuktur. Ne bir millete, ne bir topluma, ne de bir gruba ait kılınabilir. İnanç evrenseldir; insanın vicdanıyla kurduğu kişisel bir bağdır. Bu yüzden mesele asla “kim neye inanıyor” değildir.
Sorun, bu ayrımın bugün özellikle sosyal medyada bilinçli biçimde yok sayılmasıdır. İnançsızlık ya da farklı bir inanç, düşünsel bir duruş olmaktan çıkarılıp alay malzemesine dönüştürülüyor. Kutsal olan, video içeriği yapılıyor; değerler “trend” uğruna küçültülüyor ve bu durum cesaret ya da özgürlük gibi sunuluyor.
Oysa burada bir fikir tartışması yoktur. Burada açık bir ahlaki sorun vardır. İnanmamak bir tercihtir; fakat dalga geçmek, saldırmak ve aşağılamak bir tercihten öte, ahlaki bir zaafın dışavurumudur.
Ben kimsenin inancını sorgulama ya da yargılama hakkını kendimde görmüyorsam, hiç kimse de benim inancıma ya da değer yargılarıma saldırma hakkına sahip değildir. Bu karşılıklılık, bir hukuk meselesi olmadan önce bir erdem meselesidir.
Ahlak yalnızca inananlara ait bir alan değildir. Nitekim filozof Susan Wolf’un da dediği gibi, “Ateistler de ahlaklı olabilir.” Çünkü ahlak, inançtan önce vicdana dayanır. İnançlı olmak ahlaklı olmayı garanti etmediği gibi, inançsız olmak da ahlaksızlık anlamına gelmez. Erdem, insanın başkasına çizdiği sınırda başlar.
Başkalarının kutsalına dokunmayı “özgürlük” sanan bir zihniyet, aslında sınır bilmezliği yüceltir. Eleştiri ile hakaret arasındaki fark bilinçli olarak silinir. Mizah adı altında yapılan şey çoğu zaman düşünce değil, yalnızca provokasyondur.
Bir toplum, bireylerinin neye inandığıyla değil; birbirinin değerlerine nasıl davrandığıyla ayakta durur. Değerleriyle alay edilen bir toplum kısa vadede gürültü üretir, uzun vadede ise anlamını kaybeder. Kültür, inanç ve ahlak; geçmişten kalan yükler değil, birlikte yaşayabilmenin ahlaki zeminidir.
Benim itirazım gençlerin sorgulamasına değil. Benim itirazım, sorgulamayı küçümsemeyle karıştırmalarınadır. Düşünce yıkmak zorunda değildir. Özgürlük incitmek zorunda değildir. Hoşgörü sessizlik değildir ve saygı talep etmek gericilik hiç değildir.
Bu bir inanç meselesi değil. Bu, insan kalabilme meselesidir. Hayatta her şey olabilirsiniz. “Bir sanatçı, bir akademisyen, bir doktor, bir savcı, bir anne ya da bir baba…”
Ama asıl soru şudur: Ne zaman insan olacaksınız? Saygının, inancın ve vicdanın kaybolduğu bir toplumda biz nasıl insan olacağız? Ve nasıl insan kalacağız?
Belki de cevap, kendi kutsalımıza yapılmasını istemediğimiz davranışı, başkasının kutsalına yapmamakta yatıyordur.
Gül Hanım,
Günümüzün gürültüsü içinde cesaretle ama incitmeden konuşabilen metinlere nadiren rastlıyoruz. İnanç, ahlak ve insan olmanın getirdiği sorumluluğu ele almanız gerçekten çok yerinde olmuş. Kaleminize ve duruşunuza yürekten teşekkür ederim.