Lozan Anlaşmasıyla birlikte kurtuluş mücadelemizin sonuna gelmiş olduk. Yabancı devletler öfkeli, kızgındı. Nedeni çok kısa bir sürede Osmanlı’yı parçalayıp topraklarını paylaşmayı beklerken, karşılarına damarlarında bağımsızlık kanı dolaşan bir avuç Türk dünyaya meydan okudu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Bu durum beklenmedik bir sonuçtu. Ama devletlerin planları yüzyıllık olduğu için o dönemdeki amaçlardan vazgeçilmedi. Hatta bu durum Lozan’da bile dile getirildi. Savaş onlar için devam ediyordu ama şekil değiştirmişti. Askeri savaş kültürel, sosyal ve ekonomik hale evrilmişti.
İlk iş tarihle bağımızı koparmak oldu. Ellerimizin arasından kayan tarih, şekil değiştirildi ve sonradan kaleme alınarak manipüle edilerek yeniden yazıldı ve tarihimiz olarak topluma servis edildi. Yıllarca okullarda bu yanlış tarih öğretildi. Önemli zaferler, milli değerimiz için önemli günler unutturuldu. Kahraman Türk halkı, kahramanlığını unutacak hale kadar bu durum devam etti. Amaç Türklerin kötü yanlarını köpürterek toplumun kendini kötü tanımlamasını sağlamaktı. Bunun için çeşitli araçlar kullanıldı. Siyaset, spor ve din üzerinden toplum kutuplaştırıldı. Birlik olma duygusu asgariye indirilecek şekilde erozyona maruz kaldık.
Maalesef Atatürk’ün a takımı yani ölümünden sonra başa gelen ekip; kurtuluş mücadelesindeki başarısını devlet yönetiminde gösterememiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra bambaşka bir vizyonu olan yönetim başa gelmiştir. Çok iyi asker olan kurucu kadro, aynı başarısını devlet yönetiminde gösterememiştir. Atatürk döneminden sonra Türkiye, öz değerleri olan Atatürkçülükten hızla uzaklaşmış, yerine bambaşka değerlerden oluşan kurucu ilkelerle alakası olmayan adına Kemalizm denilen bambaşka bir şey gelmiştir. Toplum da Kemalizm’i, Atatürkçülük zannederek hızla değerleri içselleştirmiştir. Bu büyük bir tuzaktır ve maalesef toplum bu tuzağa düşmüştür. Adı Kemalizm olan ama Türkiye’ye zarar verecek her şeyin olduğu Atatürkçülük maskesi olan bir canavara sahip çıkılmıştır. Toplum bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine sahip çıkıyoruz, aydınlanıyoruz zannederken; Türk kültürü ve toplumu düşmanı bambaşka bir şeyi sahiplendiler. İyi olanın kötü; kötü olanın iyi gösterildiği bir yalandan ibaret ilkeler bütünüydü. Bu sayede geçmişimizle bağımız koparıldı, yalan yanlış yazılan tarihi geçmişimizi zannettik. Ecdadımıza düşman olduk, onları hain ilan ettik. Sevdiklerimizde ölçüyü kaçırdık onları insanüstü bir hale evirerek ilahlaştırdık. Dini değerleri gericilik olarak adlandırdık, yüzümüzü çağdaş devletlere dönmemiz gerekirken bizi sömüren devletlere ülke yönetimimizde söz verir hale geldik. İşin en kötüsü de bu durumu savunan ve bu duruma karşı olan iki kutuplu bir ülke olduk. Taraflar karşıyı düşman gözle görür hale geldi neredeyse. Toplumda sürekli bir çatışma, tartışma hali var oldu.
Unutulan ya da unutturulan zaferlerden birisi, tarihimizin en şanlı destanlarından olan, Kutü’l-Amare Zaferidir. Bu savaşta Türkler kahramanlığın yeniden tanımını yapmışlardır adeta ve tüm dünyaya ders vermişlerdir. Ama bu zafer, İngiltere’nin tüm dünyaya rezil olmasından dolayı, hoşuna gitmediğinden unutturuldu. Unutturulma ise bürokratik vesayet aracılığıyla oldu. Aradan yıllar geçti ve toplumun çok az bir kesimi Kutü’l-Amare Zaferi’ni duymuş; çok çok daha azı ise içeriğini biliyor. Bu ve buna benzer kahramanlık hikayeleri ve destanlarını tekrar kamuoyunun gündemine getirmek, gençlerimize öğretmek için ön ayak olmak sorumlu tarihçilerin en önemli görevlerinden biridir. Bu tarihçilerin hizmet etmesini sağlamak da Devlet ricalinin görevidir.
29 Nisan 1916 günü Kûtü’l-Amâre’ye sıkışmış bulunan General Townshend komutasındaki 13 bin kişilik İngiliz tümeni 143 günlük bir kuşatmadan sonra Osmanlı kuvvetlerine kayıtsız ve şartsız teslim oluyordu. Bu, Majestelerinin ordusunun o zamana kadar uğramış olduğu en büyük “yüz karası”ydı.
General Townshend, tıpkı iki asır önce Deli Petro’nun Baltacı Mehmed Paşa tarafından Prut nehri bataklığına sıkıştırıldığı gibi Dicle nehrinin üç tarafı suyla çevrili bir kıstağına sıkıştırılmıştı, üstelik önünde kademe kademe sıralanan İngiliz ve Osmanlı siperleri çıkış (huruç) yapmayı imkânsızlaştırmıştı. Açlıktan günde 8 İngiliz, 28 Hindu askeri ölüyordu. Gıda yardımı getiren uçaklar ise çuvalları İngiliz siperlerine atıyor ama Dicle nehrindeki balıklar güzel bir ziyafet çekiyorlardı.
Açlıktan atlarını kesip yemeye başlamıştı İngilizler. Ancak Hindli askerlerini at eti yemeye bir türlü razı edemiyorlardı. Bir kısmı Müslüman, diğerleri Sih vs. mezhebindeydiler. “Bu hayvanların etini yemektense ölürüz” diyorlardı. Bunun üzerine Townshend radyo aracılığıyla o askerlerin Hindistan’daki dinî reisleriyle görüştü. At etinin “kuşatma eti” olarak yenilebileceğine dair fetva istedi. Güç bela geldi fetva ama yine de isteksiz yiyorlar, bu yüzden patır patır yere düşerek ölüyorlardı.
İki tümen yardımınıza geliyor deniliyordu ama Mehmetçik önünde bir türlü ilerleyemiyorlardı. Ümitler tükenmiş, erzak tükenmiş, takat tükenmişti. Nöbet değiştirirken bile düşüp ölenlere rastlanıyordu.
Öte yandan Türklerin de kuşatmayı kaldırmaya niyetleri hiç mi hiç yoktu. Zayiatları ağırdı. 30 bin asker savaş dışı kalmıştı. Elinde kala kala 13 bin aç askeri kalmıştı General’in. Hastalıklar almış yürümüştü. Sonunda teslim olmaya karar verdi.
İlginçtir, Townshend Mezopotamya Seferim adlı hatıratında kendisini Plevne’deki Gazi Osman Paşa ile kıyaslıyordu. 26 Nisan günü Halil Paşa ile buluştu. Yedekte tek bir peksimet yoktu diye yazdı defterine. Kayıtsız şartsız teslim olmalarında ısrar ediyordu Halil Paşa. Hatıratında açıklamaktan utandığı teslim şartlarında neler olduğunu iki gün sonra yazdığı bir mektupta şöyle dile getirmişti: 40 topumu sağlam olarak Osmanlı’ya teslim etmek ve ordusuyla birlikte serbest bırakılması karşılığında tam 1 milyon sterlin ödemek…
Tabii ki bu zaferi satma teklifi Osmanlı tarafında kabul görmeyecekti. İngilizler bu onursuzluğu yaşamamak için çırpınıyorlardı ama nafile.
Nihayet 29 Nisan günü “toplarımı ve telsiz teçhizatım dahil mühimmat vs. bütün tesisatımı tahrip ettim” diyor ve şöyle devam ediyordu kariyerine kahraman olarak başlayan ama Kûtü’l-Amâre yenilgisi yüzünden unutulup giden General Townshend:
“Halil Paşa beni ziyaret etti, ona kılıcımla tabancalarımı teslim ettim. Almayı reddetti, “Bunlar şimdiye kadar sizindi, bundan sonra da öyle olacak” dedi.
Aldığımız esirlerin tam listesi şöyle: 5 General, 272 İngiliz, 204 Hind subayı (toplam 476 subay), 2592 İngiliz, 6988 Hind vs. er (toplam 9580 er), silahsız 3248 kişi, ceman yekûn 13.309 esir (bunların 1306’sı hasta ve yaralıydı).
Bu şanlı zafarin anısını yaşatmak için Türk Silahlı Kuvvetleri’nde zaferi yaşatmak için “Kut Bayramı” kutlanıyordu. Fakat İngilizler, Lozan sonrasında devreye aldıkları tarihi unutturma planları doğrultusunda kendileri için de “yüz karası” olan bir yenilgiyi unutturmak için ellerinden geleni yaptı ve başarılı oldu. 1952 yılından sonra “Kut Bayramı” kutlamaları yapılmadı.
Zaferin 100. Yılında Kutü’l-Amare Zaferi kutlamaları yapıldı ve Türkiye tarihindeki en büyük kahramanlık hikayesi ve zaferlerinden birisini tekrar hatırladı. Bundan sonra ivedilikle eğitim müfredatına detaylı anlatımı sokulması gereken Kutü’l-Amare, her yıl düzenli olarak kutlanmaya devam edilmelidir. Toplumumuz bu şanlı zaferi ve de en önemlisi geçmişini doğru şekilde bir bilmeye başlamalıdır.