Bir saat düşünün; zamanı göstermiyor. Akrebi durmuş, yelkovanı donmuş. Geçmişle gelecek arasında bir yerde kalakalmış. Her gün aynı saati gösteriyor; o kırık, unutulmuş zamanı. Ama belki de tam da bu yüzden en gerçek zamanı o yaşıyor. Çünkü bazı anlar vardır ki, zaman onları geçemez. Durur, susar ve hatırlatır.
Hepimizde böyle kırık saatler vardır. İçimizde yarım kalmış cümleler, tamamlanmamış hikâyeler, söylenememiş sözler… Ne başa dönebiliriz ne sona varabiliriz; hep ortada, hep eksik bir yerde kalırız. Ama en çok da orada kendimiz oluruz. Çünkü insanı en çok eksiklikleri anlatır.
Hayat bize hep ileri gitmeyi öğretir. Oysa bazı anlar vardır ki, ileri gitmek mümkün değildir. Ne kadar yürürseniz yürüyün, dönüp dolaşıp o tek ana gelirsiniz. İşte o an, sizin kırık saatinizdir. İçinizdeki zaman hep orada kalır. Gülüşünüz orada donar, gözyaşınız orada akmaz, cümleleriniz orada susar. Kırık bir saate baktığınızda zamanı değil, kendinizi görürsünüz.
Aslında kırık bir saat, en çok da zamansızlığı anlatır. Geçmişin tozlu bir sokağını, unuttuğunuzu sandığınız bir gülüşü ya da hiç kapanmamış bir yarayı… O yüzden kıyamayız onu atmaya. Çünkü çalışmaz belki, ama bize hâlâ bir şey söyler.
Zaman akar, şehirler değişir, insanlar silinir. Ama kırık bir saat hep aynı kalır. Tıpkı bazı duygular gibi… Ne geçer, ne biter, ne unutulur. Belki de insanı hayata en çok tutan şey, işleyen saatler değil, bu duran saatlerdir.
Bazen zamanı unutmak isteriz. Her şeyin akışına “dur” demek, sadece hissettiklerimizin içinde kalmak isteriz. Kırık bir saatin zamanı bunu öğretir bize: Zamanı değil, anı yaşamayı…
Belki de kırık saatiniz tam da ihtiyaç duyduğunuz anda durmuştu. Belki de sizi bekliyor. İçinizde yarım kalan hikâyeyi tamamlamanızı, susan cümlenizi söylemenizi, unutulan bir duyguyu yeniden hissetmenizi…
Kim bilir, belki de insanın en doğru zamanı, işleyen değil duran zamandır.